4 Ağustos 2012 Cumartesi

BALKANLAR (SARAYBOSNA – HIRVATİSTAN – KARADAĞ)

Çok oturduk ya, biraz da gezelim dedik ve bu sefer üniversiteden arkadaşlarımızla Balkanlar turuna çıkıyoruz.
Bodrum’dan mecburen Istanbul, oradan da Sarajevo’ya direkt Türk Hava Yollari ile uçuyoruz. Istanbul’da 35 derecede sıcaklık ile kalkıp Sarajevo’da 19 derece ile karşılaşınca ferahladığımız için sevinsek mi, yanımıza kalın bir şeyler almadığımız için üzülsek mi bilemedik.
Havaalanında bize daha önceden söz verilen minibüsü bulamayınca, mecburen 2 adet binek araba kiralıyoruz ve ver elini Mostar. Sarajevo – Mostar arası yolun büyük bir kısmında Neretva nehrini takip ediyoruz.


 2 saatlik, oldukça dar virajlı ve tek şeritli yoldan sonra (Türkiye’de ne de çabuk alışmışız duble yola) akşamüstü Mostar’a varıyoruz ve otelimizi buluyoruz. Temiz, merkezi ve sahibi sanki evini paylaşıyormuş gibi, bizlere en dış kapının da anahtarını verdiği, makul fiyatlı bir otel. Tavsiye edebilirim
Mostar’ı genelde Müslüman zannetmemin ne kadar hatalı olduğunu otelin karşı tepesindeki kocaman bir haç görünce anlıyorum. Meğerse Mostar köprüsünün bir tarafı Müslüman diğer tarafı Hıristiyanların çoğunlukta olduğu taraflarmış. Günler uzun olduğu için başlıyoruz gezmeye yaklaşık 100.000 nufuslu bu kenti. Saraybosna’da daha sonra da sıkça göreceğimiz gibi iç savaşın izleri ‘’UNUTMAMAK’’ adına aynen korunuyor.

 Köprünün ayaklarının bulunduğu iki yakada da (biri Müslüman diğeri Hıristiyan) savaş müzesi var. Her iki tarafta çok acılar çekmiş, ama anladığım Müslümanlar eski Yugoslavya zamanında zaten bir savaş gücüne sahip olmadıklarından olsa gerek, böyle bir iç savaşın olabileceğini akıllarına bile getirmek istememişler  sanki. 1991 yılındaki fiili dağılma ve ayrışmanın hemen öncesi Sarajevo’da ‘’Hepimiz Kardeşiz’’ sloganıyla büyük ve naif en son gösterilerini yapmışlar. 

Vakit geç,karınlar da aç olunca Neretva kıyısında bir lokantaya giriyoruz, hava soğuk, üşüyoruz ama olsun, sanki Türkiye’de bulamıyormuşuz gibi sarma ve börek yiyoruz.
Bu arada grubumuz 6 kişi ama 3’ü Boşnak (biri de ben) yani buralarda akrabalar var ama nerede ?
Yemeklerimizi yedikten sonra zaten çok çok uzun bir gün olduğundan hepimiz yorgun otelimize dönüp uyuyoruz.
17 Temmuz günü Dubrovnik’e gideceğiz, sabah kahvaltımızı yapıp çok da geç olmadan yola çıkmak istiyoruz. Hem 2 ayrı sınır kapısı geçeceğimizi düşünerek biraz da kaloma vermek lazım diyoruz, kendi kendimize ama meğerse gerekmezmiş. Sınırları çok çok rahat geçiyoruz. (Henüz)
Yola çıkmadan Mostar’ı son bir kez arşınlıyoruz, tabii ki Mostar köprüsünün tarihini inceliyor  ve TARA kulesini ziyaret ediyoruz. (Şarık Tara’ya saygı için verilmiş bu ad)
Şehitlikler görüyoruz, her iki yakada da, tüm mezarlarda ölüm tarihi 1993. O tarihlerde Istanbul’da hayat mücadelesi veriyorduk, ve bu yaşananları televizyondan seyrettiğimi hayal meyal hatırlıyorum ve şimdi çok çok utanıyorum kendimden.

Bende sevimli, acılarını unutmamış ve asla unutmayacak halkların olduğu güzel bir kasaba izlenimi bırakıyor Mostar.
Yine aynı kalitede yollardan yaklaşık 4 saat kadar giderek Saraybosna – Hırvatistan – tekrar Saraybosna – ve tekrar Hırvatistan sınırlarını geçerek, Dubrovnik’e varıyoruz. Niye bu kadar sınır geçme derseniz, eski Yugoslavya zamanında Yugoslav Deniz Kuvvetleri Hırvatların elinde imiş, sanırım bu üstünlüklerini kullanıp tüm Dalmaçya kıyılarını kendilerine almışlar. Bosna’lılara yaklaşık 10 km’lik bir deniz kıyısı bırakmışlar. Bu kıyı da hem çarpık yapılaşma, hem de midye üretim çiftliklerinden dolayı kullanılamaz halde. Bu 10 Km için çift sınır geçişi yapılıyor.
Dubrovnik’e vardığımızda bizi önce kötü zannettiğimiz, sonra ise çok iyi olduğunu anladığımız bir sürpriz bekliyor.
Rezerve ettiğimiz otel odalarımız satılmış. (Tabii bize böyle demiyorlar, kanalizasyon sisteminde sorun çıktığını, bizi burada yatıramayacaklarını, ama bir çözüm bulacaklarını söylüyorlar. Koku filan da yoktu haniJ) Otel şudur herkes dikkat etsin bu üç kağıtçılara
http://www.apartmanitoni.com/  bu arada web-sitesi ile kendisinin hiç ilgisi yok.
Neyse, biz kapının dışında beklerken arabası ile bir adam geldi, burada sorun varmış siz benim evimde kalacaksınız diyen. Kırk katır kırk satır, ya baştan başlayıp Dubrovnik’te otel arayacağız ya da bu adamla evine bakmaya gideceğiz. Biz kırk satırı seçtik ve düştük adamın arkasına. Ev dediği 2 katlı, alt katında ailesiyle kendisi yaşıyor üst katında 4 oda 2 banyo – tuvalet var. Bizden başka kimsenin alınmaması kaydı ile hadi kabul edelim dedik.
Sonradan anlıyoruz ki, Dubrovnik’te (hatta Hırvatistan’ın deniz kıyısındaki) nerdeyse tüm evler turizme açık, oda kahvaltı veriliyor. Oda da SOBE Hırvatça.






Bu tanımadığımız adam yıllarca gemilerde kaptanlık yapmış ve emekli olmuş Kaptan.Maro DOLENEC imiş. Kaptanımızı, evini ve eşini çok sevdik. Bizi Dubrovnik’te turistik tuzakların hepsine karşı uyardı, ve her dediği de doğru çıktı. Yemek yenecek ve yenmeyecek yerler, alış verişin nerelerden yapılacağı, internet bağlantısının en yakın ve ucuz şekli, hangi bankadan daha iyi kur alınacağı, ulaşım vs.vs.
Saat geç olmasına rağmen Old Town’a iniyoruz, kaptanımızın tavsiye ettiği, Kale dışında deniz kenarında LOKANDA isimli yerde şahane deniz ürünleri yiyip, şarap içiyoruz.
Evimize gelip uyuyoruz.
18 Temmuz arkadaşımız Güldal’ın doğum günü. Kaptanımıza bunu söyleyip bize akşama kutlamak üzere güzel bir yer önermesini istiyoruz. Yine babacan birşekilde, Old Town’da çok şık ve çok pahalı yerler olduğunu ama yat limanında (kendisinin de üye olduğu Yat Kulübünü restoranını tavsiye ediyor. Hem deniz kenarı, hem nispeten sakin, hem de kaptan yer ayırttığı için özel bir masa hazırlanmış. http://www.yc-orsan.hr/
O günü Dubrovnik’i gezerek geçiriyoruz. Tarihi bir şehir bu kadar mı mükemmel korunur.  Tabii birçok yerde olduğu gibi burası da iç savaştan payını almış, ama oldukça hafif atlatmış. Sırp saldırısına maruz kalıp, tarihi şehir dahil, denizden bombalanmış. Kuşatma 3 yıl sürmüş ama Bosna Hersek’te olduğu gibi hiçbir yerinde savaş izleri görünmüyor. Unesco Dünya Mirası Listesinde olması nedeniyle de oldukça hızlı (bizdeki gibi surlarını Disneyland’a çevirmeden ) ve aslına uygun olarak restore edilmiş.
                                                      
Old Town’ı ikiye bölen en önemli caddesi STRADUN, üstünde çeşit çeşit dükkanları, kenarlarında içinde kaybolabileceğin, labirent gibi sokakları ile  tamamen turizme adanmış bir şehir. 2 kapısı var Pile ve Ploce. Pile kapısından girince kocaman bir çeşme ile karşılaşıyoruz ONOFRİO çeşmesi. Dubrovnikliler en zengin zamanları olan 1400′ler ve 1500′lerde şehre veba gelecek korkusundan her giren kişinin bu çeşmede yıkanmasını şart koşmuşlar!
                                                             
Surlara çıkıp şehrin etrafında dolaşılabiliyor ama hava o kadar sıcak ki, güneşin altında yürümeyi gözümüz yemiyor.  Onun yerine teleferikle, şehrin üstüne çıkıp oradan manzarayı seyrediyoruz. Dönüşte de kaptanımızın sözünden çıkıp ara sokaklarda bir lokantaya (en azından bir bira içeriz diye) oturuyoruz. Kanada’lı arkadaşımız Halil’in istakoz var mı sorusuyla, istakoz değil ama öyle bir kazık yiyoruz ki, bunu kaptanımıza söylemeyi cesaret edemiyoruzJ Sanırım Hırvatistan’da ödediğimiz en yüksek yemek ücretini verip kalkıyoruz, kıytırık şeyler yiyip sadece bira içmemize rağmen.

                                                           
O akşam, kaptanın yer ayırttığı ORSAN lokantasında yine çeşit çeşit deniz ürünü ve 2-3 şişe şarap içmemize rağmen, öğlen ödediğimiz rakamı bulamadan kalkıyoruz. Evimize geldiğimizde biz hoş bir sürpriz bekliyor, kaptanın eşi Güldal’ın doğum günü için pasta yapmış… İyi ki bizim odaları satmışlar Toni Apartment’da diyoruz.
  19 Temmuz hedef Karadağ.
Erkenden arabalara binip yola çıkıyoruz, yine çok gevşek bir sınır geçişi.
2006 yılında Sırbistan Karadağ Federal Cumhuriyetinden bağımsızlığını ilan eden Karadağ’da para biriminin Euro olması bizi şaşırtıyor. Savaş’ın (grubumuzun kasası) sınırı geçer geçmez elindeki Euro’larla bankaya girmesi, parayı uzatması ve kontuarın arkasındaki kadınla anlamsızca birbirlerine bakmaları gerçekten komikmiş…

Dalmaçya kıyılarının gerçekten ne kadar güzel olduğunu yol boyu görüyoruz, ‘’Bay of KOTOR’’ boyunca saatlerce gidiliyor, ve bizim boğaz manzarası gibi karşı kıyı izlenebiliyor. Çok temiz, yelken yapmak için ideal bir koy. Ara sıra Gökova ve Hisarönü koylarını andıran görüntülerle de karşılaşıyoruz.
Kotor’a vardığımızda öğleden hayli sonra, açız ve ciddi tuvalet ihtiyacımız var. Şehrin girişinde bir AVM’ye giriyoruz ve derhal çıkıyoruz, soğuk, ruhsuz, bildiğimiz AVM’ler. Orada TAÇ markasının dükkanını görüp biraz da gururlanıyoruz nedense? Oradan şehrin arka sokaklarına dalıp aranıyoruz ve şahane bir esnaf lokantası buluyoruz çardak altı.

Üstelik soğuk bira ve kırmızı şarabı da var. Güzel bir yemekten sonra KOTOR’un  old town kısmını geziyoruz. Körfez çok dar olmasına rağmen, çok büyük bir yolcu gemisinin girebilmiş olmasına ben hayret ediyorum. Demek ki ne kadar derin su.
Buradan 20 km. ilerde buradan daha da turistik olduğu söylenen erkek arkadaşlarımızın deyimi ile daşların çok olduğu BUDVA kasabasına gitmeyi gözümüz yemiyor çünkü yollar dar virajlı ve Dubrovnik bizi bekliyor.
Geri geldiğimizde çok memnun kaldığımız ORSAN restorana gidip yemeğimizi yiyor ve mışıl mışıl uyuyoruz evimizde.
20 Temmuz Sıpan Adası
Kaptanımız bizi adaya kendi 6 metre teknesiyle götürmeyi teklif ediyor. 6 metreyi duyunca biraz tereddüt ediyoruz ama adam bizde o kadar güven uyandırdı ki, tamam diyoruz. Kahvaltıdan sonra yanımıza 1 gecelik eşyalarımızı alıp biniyoruz teknesine.

 Bu arada adada kalacağımı TRI SESTRE ROOM’u şimdiye kadar duymadığını ama vardığımızda bulabileceğimi söylüyor. Yine bir şüphe, yoksa yok mu öyle bir yer??
Adaya minicik bir iskeleden yanaşıyoruz ve kaptanımız, koyun en ucunda evimsi bir yeri gösterip, orası olması lazım diyip gidiyor…
Adada ciddi bir dil sorunu var, ve bizi anlayabilenler de TRI SESTRE’yi bilemiyorlar. Sonunda kaptanımızın gösterdiği evimsi yere gidiyoruz ve 3 kız kardeşin olduğu bir eve konuk olacağımızı anlıyoruz. Kızların annesi bize çok güzel bir akşam yemeği hazırlıyor, deniz, balık, şarap güzel bir gün daha geçiriyoruz.
21 Temmuz SARAJEVO’ya dönüş
Kaptanımız teknesiyle gelip bizi adadan alıyor, Dubrovnik’te eşyalarımızı evden alıp yola çıkıyoruz. Eğer yolunuz Dubrovnik’e düşerse hem kalacak yer hem de tavsiyeler açısından kaptanımızı herkese tavsiye ederim. Eşi de kendisi de gayet güzel İngilizce konuşuyor.
Kapt.MARO DELENEC Tel :+385 (0)20 436 089  Mobil: +385(0)91 524 25 87
iradubrovkinja@yahoo.com
Yolda Cevapcici (bizim İnegöl köftesi gibi)ve kuzu çevirme yapan şahane bir lokantada karnımı doyurduktan sonra akşamüzeri Sarajevo’ya varıyoruz. Kalacağımız otele geldiğimizde bizi yine kötü sürprizler bekliyor. Otelin tek personeli olan genç hanım biz geldik diye pek memnun olmuyor. Bizim odamız temizlenmemiş bir önceki müşterinin kalıntıları var, oda değiştiriyoruz. Yeni odada su yok, istiyoruz aman genç hanım, kendisinin tek olduğunu aşağıya inip kendimizin alması gerektiğini oldukça ters bir şekilde söylüyor. Ya sabır deyip akşam yemeği için dışarı çıkıyoruz. Geri geldiğimizde her birimizle kavga edebilmeyi başarıyor ve biz oteli terk edene kadar otelle ilişkisi kesiliyor.   http://www.hotel-hecco.net/  Yer olarak old town’a yürüme mesafesinde, ama, yoldan geçen arabalar sanki odanın içinden geçiyor kadar ses izolasyonsuz, klimasız, kısacası kötü bir otel, çok kötü bir işletme hiç tavsiye etmem. 

22 Temmuz SARAJEVO
Bugünümüzü tamamen bu şehre ayırdık.  Şehir Miljacka nehrinin 2 kıyısında kurulmuş, sayabildiğim 15 kadar köprü (cupriya) var üzerinde nehrin. Burası bana biraz Endülüs biraz Kudüs gibi geldi. 3 dinin de birlikte yaşadığı bir yer. Hem kilise, hem sinagog hem de camiler yan yana. Bu arada hani Ispanya’dan kovulan Yahudileri sadece Osmanlı bağrına basmıştı.  Bu bölgeye de çok büyük bir nüfus gelip yerleşmiş hatta Avrupa’nın en büyük 3. Yahudi tapınağı Sarajevo’da imiş. Ah benim tarih kitaplarım.
Şehirle ilgili wikipedia’dan aldığım şu ilginç notları paylaşmadan edemeyeceğim :
‘’1885 yılında Avrupa’nın ilk, San Fransisco’dan sonra dünyanın 2. kenti imiş tam zamanlı elektrik tramvay ağı olan. Hepimizin tarih kitaplarında okuduğu, 1. Dünya savaşını ateşleyen en önemli olay olan Avusturya Arşıdük’ü Ferdinand’ın öldürülmesi bu kentte olmuş. Yakın tarihte 1984 Kış Olimpiyatlarına ev sahipliği etmelerine rağmen, 1992 – 1995 arasında  şehir modern savaş zamanlarının en uzun süren kuşatmasını yaşamış.’’
Genellikle Müslüman kesiminde olan başçarşı ‘’BASCARSİJA’’da geziyoruz. Burada da Katedral ve Sinagoglar var, camilerin ve medreselerin yanında. Güzel sanatlar burada oldukça gelişmiş, ve birçok yerde gerek mezun gerekse öğrencilerin sergileri var.
Ferdinand’ın öldürüldüğü Latin Köprüsünün durumu bizi şaşırtıyor, tarih değiştiren bir köprü ama ayakları çöpler içinde. (Müslüman bölgesinde kaldığı için mi acaba?)
THE SIEGE müzesine giriyoruz ve çok sarsılıyoruz hepimiz. Film ve resimlerle kuşatma anlatılıyor, hani bizim televizyonlardan, farkına varamadan izlediğimiz kuşatma. Bir insanlık dramı, ayıbı, vahşeti. Mostar ve Sarajevo’da UNUTMA yazılarının niye bu kadar çok olduğunu anlıyoruz. Niye savaşın izlerini aynen tuttuklarını anlıyoruz.
                                                     
 Eğer ilgi duyuyorsanız ‘’1992-1995 Siege of Sarajevo’’ adı altında Youtube’ta çok çarpıcı dökümanter var.
Karnımız acıkınca oturduğumuz yol üstü lokantada Türkiye hasreti ile, dolma, sarma, mantı, büğrek yerken, önümüzden çakma bir Sophia Loren, çakma bir Mick Jagger’in kolunda önlerinde de bebek arabasında çakma olmayan bir bebekle geçiyorlar. Merakımızı çekiyorlar ve takip ediyoruz, bir atölyeye giriyorlar, meğerse adam Sarajevo’nun MEŞHUR ressamı İbrahim HRLE imiş. Gerçekten çok güzel çalışmaları var.

Karısı Mısır asıllı Alman Emine, çocuklarının adı ise İsa. Her birimiz birkaç resim alıp aileyi ihya ediyoruz. Ben İsa’ya aşık oluyorum.:)
Elimizdeki satın aldıklarımızı otele bıraktıktan sonra ise Savaş’ın büyük babası Visoko’lu Hüseyin Vitiko’yu aramaya karar veriyoruz. (bir ara Savaş’ın dedesinin Japon asıllı olmasından şüphe etmiyor değiliz hani) Visoko camiinin bahçesinde gömülü olduğunu öğrendiğimiz büyükbaba için yola çıktığımızda, bizi hiç beklemediğimiz bir otoban (gerçekten ama) bizi Visiko’ya 40 dakikada götürüyor. Burası bizim kasabaların aynısı, tamamen Müslüman, ama gel gör ki o kadar çok cami var ki, hangisi olduğunu bilemiyoruz.
Camilerden birinden bilgi almaya çalışıyoruz, insanlar çok sevecen, yardımsever, eğer bir gün daha kalabilirsek belediyeden belgelerin bulunabileceğini söylüyorlar ama biz Türkiye’ye döneceğiz maalesef. Savaş, aklını ve kalbini Visiko’da bırakıp, buraya bir kez daha gelmeye söz vererek ayrılıyor o güzel insanlardan.

Şehre dönüp öğlen yemeğini yediğimiz aynı yerde akşam yemeğimizi de yiyip otelimize gidiyoruz. Hepimizde biraz Türkiye’ye ve evlerimize özlem var, ne yalan..
23 Temmuz Istanbul
Bugüne bıraktığımız TUNNEL of HOPE ziyaretimizi maalesef kapalı olduğu için yapamıyoruz.
Tamamen kuşatma altındaki bölgeden bir nevi tarafsız bölge sayılan (Birleşmiş Milletler kontrolunda) havaalanına kadar kazılmış 800 metrelik Umut Tüneli. Hem insanların kaçışı, hem de insani yardımların kuşatılmış bölgeye ulaştırılması için kullanılmış.  Bir önceki Bosna başkanı Alije İzzetbegoviç de bu tünelden tekerlekli sandalye ile kaçırılmış.
Uçağımıza binip İstanbul’a dönüyoruz..
Bosna Hersek’ten izlenim olarak ne kaldı derseniz, diğer ziyaret ettiğimiz komşu ülkelerden daha düzensiz ve özensiz. Burada Türkleri pek sevmiyorlar.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

FIRAT BOYUNCA GAP

Tarihler 27 – 28 – 29 – 30 Haziran – 1 Temmuz
Yine Kolej 77 mezunları düşüyor yollara.  Şubat ayında trenle Kars’a giden gruptan Haziran sonu Şanlıurfa’ya gitmesi bekleniyor zaten. Bir gün bu grup aradığını bulacak ama ne zaman bilemiyorum.
27 Haziran günü Bodrum – Ankara – Elazığ uçuşumuz  gayet rahat geçti ve akşam üzeri Hazar Gölü kenarındaki otelimize yerleştik . Tam 40 kişiyiz bu sefer, her gezide sayımız artıyor. Bizleri daha önceki gezilerdende bildiğimiz, amatör ruhla, tam pofesyonel bir iş yapan sevimli ve çalışkan rehberimiz  ÖMER ÖZMEN  karşılıyor.
 Onca yoldan sonra göle girip serinlemek harika geliyor insana üstüne de menekşe vakti ve akşam yemeği. Yemekte bizi eğlendirenlerin haline bakarsanız, bizim ne kadar eğlendiğimizi tahmin edebilirsiniz J

28 Haziran sabahı grup liderimiz, amirimiz, Kamil’imiz tabii ki 07:00 uyandırmayı ayarlamış, bizleri koşturmaya başlıyor.
İlk olarak Hazar gölü etrafında bir tur atıyoruz,  tarihçesi pek bilinmeyip efsanelerle anlatılan ve su seviyesinin düşmesi ile ortaya çıkan batık şehri görüp, Harput’a  yol alıyoruz.
Harput M.Ö 2000 yılına dayanan geçmişi ile ile insanı etkiliyor. Hurriler – Hititler’den bu yana her zaman yerleşim olarak kullanılmış ve güzel eserlere ev sahipliği yapmış.
Urartu döneminde inşa edildiği söylenen ve yapımında süt kullanıldığı iddia edilen, (bu yüzden beyazmış) kale, restore ediliyor ama restorasyon içler acısı, yeni bir Disneyland yaratılıyor adeta.
Maalesef bu yetmiyormuş gibi, bu eserlerin (Artuklulardan kalma Anadolu’nun en eski camilerinden biri olan Ulu cami, çeşitli dönemlere ait camilerin bulunduğu bölgeye,  Belediye kocaman çirkin bir konuk evi yapmakla kalmamış, bu alanın içine çok şık ve modern görünümlü bir de Kuran kursu binası yapmış.
Seyir tepesinden şehri gördükten soran yazları içinde gerçekten buz olan,  5 metre inişle yaklaşık 15 derecelik sıcaklık farkı olan, yazları serin kışları da ılık olan Buzluk mağarasını görüyoruz.
Mağara şöyle bir yer ama benim esas ilgimi oradaki çiçekler çekti.
        
Buradan Malatya’ya  doğru yola çıkıyoruz ama yolumuzun üstünde yapımına 1965 yılında başlayan, beni babamdan uzun zamanlar ayıran (Babam Keban barajı yapımında E.İ.E. de görevli idi) Keban barajını ziyaret ediyoruz.  Rehberimiz Ömer sayesinde barajın kumanda odasına ve üretim birimlerine kadar inebiliyoruz. Her ne kadar Atatürk Barajının bir maketi kadar dense de benim için devasa ve çok etkileyici.

Buradan yine yolumuz üstü Çırçır Şelalesinde birer çay içip, Karakaya Baraj gölü üstündeki Kömürhan köprüsünü görmek istiyoruz ama hava karardığı için hayal meyal görebiliyoruz. Ama Kömürhan Restoran’da bir kavurma yiyoruz ki akla ziyan.   Oldukça geç bir saatte Malatya Anemon Otele varıyoruz.  Bu kadar güler yüzlü otel personeli az bulunur. Yatıp mışıl mışıl uyuyoruz.
29 Haziran uyandırma bilin bakalım kaçta ? Tabii ki 07:00 .
İlk olarak Aslantepe Ören yerine gidiyoruz. (Bu arada grubumuza Ömer’e yardımcı olmak üzere, güzel rehberimiz Gülşen Baykar katılıyor)  Aslantepe M.Ö. 5000 yılından kalan kalıntıları ile M.S. 5-6 yy Roma daha sonra da Bizans eserleriyle dolu üst üste yerleşimlerle dolu.  Anadolu’da birçok yerde olduğu gibi acaba Aslantepe  dünyanın ilk medeniyeti mi sorgulamasına hak kazanmış ama bu gezide gördüklerim beni bu sorgulamanın ne kadar yersiz olduğunu gösterdi. Aslantepe’nin de hakkını yememek lazım, çünkü bulunan metalden yapılma kılıçlar mühürler, takılar metali işlemeyi ne kadar iyi bildiklerini kanıtlıyor. Bu arada M.Ö. 3500- 3300 yıllarına ait saray ve tapınak kalıntıları, yazı icat edilmeden bürokratik sistemlerin kurulduğunu gösteriyor. Şu insanoğlu  aranmış inanın bürokrasi için taa o zamanlarda, şimdi içinden çıkamıyoruz J









Buradan Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı ve Eski Malatya Ulu camii’ni ziyaret ediyoruz. Türkiye’deki 4 eyvanlı ilk ve tek camii olduğunu öğreniyoruz. Selçuklu mimarisi, ve gördüğüm en güzel camilerden biri diyebilirim.
Sonra doğru Şire Pazarına yani Malatya’nın bir nevi kayısı pazarına, hayatımda bu kadar kayısı ve meyve kurusunu bir arada görmemiştim. Çok etkileyici, tabii bazı arkadaşlarımız dayanamayıp
 atıştırıyorlar orda burada.

Alışverişin ardından Su Sesi adlı lokantada (Gündüzbey’de) öğlen yemeği yiyoruz. Tüm gezimizin en hayal kırıklığı yarattığı öğün diyebilirim,  bu da bizim nazar boncuğumuz oluyor.
Buradan Malatya Arkeoloji müzesine gidiyoruz. Aslantepe ve civarından çıkan yapıtların sergilendiği ve yer yetmediğinden sergilenenin en az 3 katının depolarında olduğu söylenen şahane bir müze. Yakına yeni ve geniş binasına taşınacakmış. Malatya’ya yolunuz düşerse ULU CAMİİ ve Arkeoloji Müzesini görmeden gitmeyin derim.
                          
Adıyaman’a yolu çıkıyoruz, turun en uzun etabı yaklaşık  3 saat sürüyor, otelimize yerleşip, yine şahane bir akşam yemeğinden sonra ertesi gün  bizi nelerin beklediğinden habersiz masumca uyuyoruz.
30 Haziran uyandırma  01:30 evet evet 01:30 tabii aramızda uyumayanlar da var haklı olarak 3 saat uyku nedir ki?
Minibüslere binerek (sıkı giyinmemiz tembih edilmişti, çoğumuzda uyuyoruz tabii buna, gündüz 33-34 derece olunca sıkı giyinmek 2 polar üst üste giyinmekten ibaret oluyor ve görüyoruz günümüzü) Nemru t dağına yola çıkıyoruz. 2 saat gittikten sonra çoooooook soğuk, ürkütücü ve bir göz kapalı alanı olan bir yapıya geliyoruz ki, polarlar üstümüzde keten gömlek gibi duruyor. Hemen battaniye kiralıyoruz. (Hemen hemen hepimiz, çünkü ne giyersen giy rüzgar bir tarafımızdan girip öbür tarafımızdan çıkıyor) Başlıyoruz tırmanmaya, ben yolun daha başlarında zirveye varamayabileceğimi düşünüyor ve hissediyorum. O kadar soğuk ve rüzgar insanın nefesini öyle bir kesiyor ki (bu arada tırmanılan çok dik, serbest taşların olduğu yaklaşık 650 – 700 metre bir yol) aşağıdan zirveye bakınca çıkılması imkansız gibi görünüyor. Evet sevgili eşimin verdiği gayret ve gazla zirveye varıyor ve büyüleniyorum. Çocukluğumdan beri resimlerini görüp de gitmek istediğim, yaşım ilerledikçe de gidemeyeceğimi düşündüğüm Nemrut’un tepesinde Tanrılarla beraberim.  Tarihçesini her yerden ulaşabileceğiniz Kommagene Uygarlığının bu kendini gömdüğü yerde, başka bir boyuta geçiyor ve güneşin doğuşunu donarak bekliyorsunuz.
Bence ölmeden görülmesi gereken yerlerden biri kesinlikle….





Güneş doğduktan sonra (hayatımda bu kadar sancılı bir güneş doğumu yaşamamıştım) fotoğraflarımızı çekip Batı terasına geçiyor ve oradan da aşağı iniyoruz. İniş daha da zor çünkü taşlar kayıyor.  Gidecek olanlara muhakkak rüzgar geçirmez bir ceket,(içi kat kat kazak ve polar dolu olursa  şahane olur) başlık, eldiven ve çok iyi ayakkabılar tavsiye ediyorum.
Aşağıya ulaştığımızda yazın halen gelmemiş olduğunu görüyoruz. Sadece kiraladığımız battaniyeleri iade ettik ama üst baş aynen devam. İç organlarımıza kadar donmuşuz çözülemiyoruz bir türlü.
Daha saat 06:00 ama biz sanki yarım gün yaşamış gibi Arsemia ören yerine gidiyoruz.  Kommagene kralı Antiochos’un atası Arsemes tarafından kurulduğu söyleniyor.  Antiochos ve Herakles’in tokalaşma heykeli  ve altında da Anadolu’nun bilinen en büyük yazıtı o tarihten bu yana sağlam bir şekilde bizleri karşılıyor.
Bunları gördükçe ülkemin tarih ve doğa bakımından dünyanın en zengin yeri olduğunu bir kez daha anlıyor ve bunların elimizden nasıl kayıp gittiğini hüsranla görüyor ve bir şey yapamamanın acısını içine duyuyorum.
Yolumuzun üzerinde Romalılardan kalma Cendere Köprüsü’nü de görüp, kahvaltı yapacağımız Samsat’a varıyoruz.
Güzel bir kahvaltı ve ver elini Besni. Besni grubun ortaokuldan arkadaşı Canan’ın köyünün olduğu yer. Canan ve agabeyi Kadir bize öyle bir sofra hazırlıyorlar ki tok olan her birimiz, oğlak kavurma, bulgur pilavı, salata, cacık ve yerli biberlerden oluşan menüyü yalamadan yutuyoruz. Bu kadar mı lezzetli olabilir oğlak eti veya bulgur pilavı ??? Çadır kurulmuş, altında aşağıda gördüğünüz sofra ve biz bu sabah Nemrut’tan inmişiz. Normalde ne yapılır, yiyip, çayları içip uyunur di mi? Ne mümkün amirimiz bizi ayaklandırıp yine yollara döküyor, Atatürk barajına doğru.

Rehberimiz Ömer ÖZMEN sayesinde Atatürk barajının da kontrol odasına girebiliyoruz. Keban’la mukayese edilemeyecek kadar modern. Baraj da mukayese kaldırmayacak kadar daha büyük.  İnsan devletin buralara  deniz getirdiğini düşünmeden edemiyor.
Şanlıurfa’ya hareket ediyoruz, otelimiz Hilton Garden Inn  ve fakat bizi yine rehberimizin sürpriz olarak organize ettiği ‘’ sıra gecesi’’ bekliyor. Yorgunuz, tokuz ama kaçırır mıyız? Hayır. Duşumuzu alıp amirimizin tek kelime etmesine bile izin vermeden lobideyiz.
Sıra Gecesi rehberimiz Ömer tarafından şöyle açıklanıyor : Şanlıurfa’da yaşları birbirine yakın arkadaş gruplarının (ki minimum 10 kişi) her hafta bir kişinin evinde olmak üzere, toplanıp sohbet edip, gündemi tartışması. Urfa'nın Fransızlar tarafından işgal edildiğinde şehrin kurtarılması planları sıra gecelerinde yapılmış. Ev sahibi tabii ki ikramda bulunuyor ama gelir farklılığını eşitlemek için ikram standardize edilmiş.  Çiğköfte olmazsa olmaz ama. Bu gelenek İbrahim Tatlıses tarafından medyatik bir şekilde kullanılıp dejenere edilmiş. Artık sohbet ve tartışma yok, müzik yeme ve içme var. Şanlıurfa’da arkadaş grupları halen geleneği devam ettirse de biz sıra gecesini eğlence olarak biliyoruz…  Günahı İbo’nun boynuna…
                                                                                                                                                                                        
 Bu güzel geceyi Beyzade Konağında geçirdik www.beyzadekonak.com  tavsiye ederim.
Otelimize dönüp hepimiz yorgunluk ve alkolün etkisiyle bayıldık J
01 Temmuz uyandırma 07:30  amirimiz bize son gün iyiliği yaptı sağ olsun. Başım dahil her tarafım ağrıyarak yataktan kendimi sökmeye çalışıyorum  çünkü bugün gezimizin son günü. Dayanmalıyım J
Kahvaltı ve ver elini HARRAN. Harran evleri hepinizin bildiği kubbeli, kerpiçten yapılma ve oturanın mali durumuna göre 19’a kadar varan odası olan evler. Odalara birbirinden geçiliyor, labirent gibi sanki, içi gayet serin, kışın da sıcak tutuyormuş.Bölge 1979’da sit alanı ilan edilmiş, Harran’a GAP projesi ile su da gelince, burada oturanlar zenginlemiş ve daha lüks (!) yerlere göçmüşler. Evlerin çoğu boş, terk edilmiş, ee bir de Sit alanı ya  yıkılmaya terk edilebilir o zaman…
Yerleşim yerinin az ilerisinde Abbasi Hükümdarı Harun Reşit tarafından kurulan Harran Üniversitesi kalıntıları var. Ne yazık ki kazı çalışmalarından dolayı, yakınına bile gidemiyoruz. Sadece o zamanlar üniversitenin gözetleme kulesini (sonradan tabii ki cami minaresine çevrilmiş olan) görebliyoruz. Orijinali 75 metre ,imiş depremlerle yıkılarak 32-33 metrelik bir bölümü kalmış.
Aşağıda netfotograf.com sitesinden bana çok ilginç bilgileri paylaşmak istiyorum :
‘’İlkçağ felsefe ekolünün merkezi ve daha sonra Arap düşünce sisteminin kaynağı olan bu üniversiteden bugüne yalnızca gözetleme (astronomi) kulesi kalmıştır. Harran Üniversitesinde sürdürülen bilimsel çalışmalar din, gökbilim, tıp, matematik ve felsefe olmak üzere beş bölüme ayrılmıştı. Felsefede ağırlığın Platon, Aristoteles, Plotinos gibi bilginlerde olduğu görülmüştür. Dünyadaki üç büyük felsefe ekolünden birisi "Harran ekolü"dür. Harran'da bir çok büyük bilgin yetişmiştir. Devrin, en büyük Matematikçilerinden, Tabiplerinden ve Yunan filozoflarının eserlerini Arapçaya çevirenlerden 821 doğumlu Sabit bin Kurra, dünyadan ay'a olan uzaklığı doğru olarak hesaplayan Battani (Avrupalılar Albetegni veya Albatanius derler), Yunan filozoflarının maddenin bölünebilen en küçük parçasının (atom) parçalanamaz olduğuna dair iddialarını kabul etmeyen, oysa bölünmez kabul edilen bu parçanın müthiş bir enerji ile paraçalanarak Bağdat gibi bir şehri yıkabileceğini söyleyen ve böylece Atom'un mucidi sayılan Cabir bin Hayyan, Din bilgini Şeyhülislam İbni Teymiye Harran'daki okullarda yetişmiş dünyaca ünlü bazı alimlerdir.’’
Buradan yine şehre Şanlıurfa’ya dönüyoruz, ve sabrı ile bilinen Eyüp peygamberin sabır makamını ziyaret ediyoruz. Eyüp Peygamberin çile çektiği mağaraya arkadaşlarımız da çile çekerek girip çıkıyor.
İlgilenenler internetten geniş bilgi toplayabilir burası ile ilgili.
Daha sonra öğlen yemeği için bir pirzolacıya gidiyoruz ki, hakikaten damak çatlatan dedikleri bir lezzet Hacı Hanifoğulları Pirzola ve Kebap Salonu. Tütüncüler Çarşısında ve kuruluşu 1937 olan bu dükkan Pazar günleri açık olmamasına rağmen yine rehberimiz Ömer sayesinde bizim gibi her daim tok olup önüne gelen her şeyi yiyen 40 kişilik grubu tıka basa doyuruyor. Şanlıurfa’ya yolunuz düştüğünde muhakkak gidin.
 İşte böyle bir şey…
Buradan bizleri, en azından beni hayretlere düşüren, daha önce gazetelerde okuyup da kulak arkası ettiğim Göbeklitepe ‘ye gidiyoruz.  Gazetelerde tarih kitapları değişecek diye yazmıştı, ne medyatik değil mi?  Değilmiş…
Göbeklitepe :
Biz ne biliriz İngilizlerin göz bebeği Stonehenge  tarihi M.Ö. 5000,  Çatalhöyük M.Ö 7500, ama burası M.Ö 12000. İnsan yanlış görüyorum ya da yanlış duyuyorum sanıyor ama hayır günümüzden 14000 yıl önce inşa edilmiş bir tapınaklar grubu. Henüz 4 tanesi gün yüzüne çıkarılabilmiş ve toplam 20 adet var, 16 tanesi halen toprak altında.
Avcı toplayıcı dönem olarak bildiğimiz bu süreçte tarım dolayısı ile yerleşim diye bir kavram yok ama bu gördüğümüz ne? Bazı rituellerin yerine getirildiği kutsal bir alan diye açıklıyor arkadaşım yani bir araya gelinen bir yer. Yerleşik olmaya gerek yokmuş. Hayretle  dinliyorum rehberimizi, T şeklindeki sütunlar, 2 büyük sütunun ortada olması ve 12 daha küçük sütunun etrafında daire şeklinde olması.  12 rakamının gerek astronomik, gerek dinsel olarak halen bizlere kadar gelen önemi, bu toplumun ilk şamanlar olduğunu, yani bizim bildiğimiz tarihten çok daha önce din, dolayısı ile ruhban sınıfı dolayısı ile hiyeraşik  toplumsallaşma  olduğunu mu gösteriyor acaba?  Eve döner dönmez bu konuyu incelemeyi düşünüyorum. İnternet sağolsun. Bu arada çıkışta derme çatma bir tezgahın üzerinde aşağıdaki çocuk’’ GÖBEKLİTEPE  The World’s First Temple’’ yazan DVD satıyor. DVD’nin üzerinde
2010 DOCUFEST ATLANTA – Most Educational  Documentary Award
2011 BOSTON TURKISH FESTIVAL – Best Documentary Audience Award  yazıyor

  Bir katkım olsun diye satın alıyorum eve gelip izliyorum vee herkese tavsiye ediyorum. Bulduğunuz yerde muhakkak alın ve izleyin. Ahmet Turgut Yazman tarafından 3 yılda çekilmiş bir dokumenter.
Gördüklerime halen inanamaz bir halde, geri dönüş uçağımıza binmek üzere havaalanına hareket ediyoruz. Bir sonraki seyahatte görüşmek üzere diyoruz…
Son söz : Siz de benim gibi GAP’ı bir sulama projesi zannediyorsanız, muhakkak buralara gelip, ne olduğunu, ne yatırımlar yapıldığını, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak bu yöreye neler kattığını ve nasıl dönüştürdüğünü daha nelerin hangi zaman dilimlerinde yapılacağını kendi gözlerinizle görün, ve bunu yaparken size tavsiyem bir GAP uzmanı olan rehber  ÖMER ÖZMEN’i bulun tel : 0532 480 91 56.
Tüm bunları gördükten sonra insan diyor ki : Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?



  

5 Mart 2012 Pazartesi

YATAKLI TRENLE ŞUBAT AYINDA KARS GEZİSİ

Tarih : 16 – 17 – 18 Şubat 2012

Özet :  TED Ankara Koleji 77 mezunları  ve eşleri olan 29 kişilik bir grup, yataklı trenle Kars’a gidip uçakla döndük.

En çok karşılaştığımız soru ; son 30 yılın en soğuk kışının yaşandığı yılda ve üstelikte Şubat ayının ortasında Kars’a gidilir mi?
Cevap veriyoruz  : Gidilir, hem de çok güzel olur. Hele de her biri alanında ülkenin en yetkin kişileri haline gelmiş, tevazuu içselleştirmiş, ilk gençlik yıllarını birlikte geçirmiş, ama şimdilerde 50’li yaşlara gelmiş insanlarla beraberseniz, nereye gittiğinizin çok da önemi yoktur.
Bu gezi planlandığında, Doğu Ekspresinin başlangıç noktası, İstanbul Haydarpaşa Garı idi. Ama, hızlı tren yolunun yapımı gerekçesi ile kalkış yeri Ankara olarak değiştirildi. Biz de geziye katılmak için Ankara tren garına biraz erkence gittik. Tarihi garın Cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık etmiş binasının restoranı ilk durağımızdı.   Atatürk’ün değişik fotoğrafları arasında birer duble rakı içmeden kalkılmazdı.
İkinci perona geçip, Doğu Ekspresi’nin en arkasına eklenmiş iki yataklı tren vagonunu gördüğümüzde, yapacağımız gezinin ne kadar riskli olduğu geldi aklıma. Meteoroloji şiddetli kış şartlarının yaşamı olumsuz yönde etkileyeceğini söyleyip dururken, biz ne yapıyorduk??
TRENDE :
Tam zamanında hareket eden trenimizdeki son iki vagon tamamen bizim grubumuza aitti. Boş olan üç kompartımanı da satın almıştık. Bu üç kompartıman yiyecek salonlarımız oldu. Yiyecek dediysem, alabildiğine abartabiliriz. Bir gecelik tren yolculuğu için getirilen yiyecekler, dört güne bile yeterdi. Zaten ertesi gün 2/3’ünü dağıtarak tüketebildik.

Bir gün öncesinden Afife beni telefonla aramış ve Nilüfer’e sürpriz yaş günü yapılacağını söylemişti. Benim görevim karımı bu hazırlıklardan uzak tutmaktan ibaretti. Bu hazırlıklar yapılırken, ilk bomba olarak, 2011 Temmuz’unda gittiğimiz Gürcistan gezisinde aldığım karabiberli-ballı votkayı açmak oldu. Tabii arkasının geldiğini söylemeliyim. Feyza’nın deyimi ile ‘’trenimiz saatte 60 km.’ye varan bir hızla karla kaplı bozkırın içinde karanlığı yararak ilerliyor. Yolumuz serhat şehri Kars’a doğru….’’
TCDD’nin kompartımanları ve tuvaletleri temiz. Kondüktörümüz güler yüzlü ve uyumlu ve Ankara garında çektirdiğimiz toplu fotoğrafı, mümkün olduğunca çok istasyonda tekrarlama isteğimizi olumu karşılıyor.
Nilüfer hiç beklemediği bir anda ortaya çıkan yaş günü pastasını şaşkınlıkla karşılıyor.
Trenimizin izleyeceği güzergah : Ankara – Kırıkkale – Kayseri – Sivas – Divriği – Erzincan – Erzurum – Sarıkamış – Kars. Yolculuk süresi 28 saat. 60’dan fazla istasyonda duruyor. Trenimizin güç kayağı, bir dizel jeneratör. Bu jeneratörün elektrikle hareket ediyoruz. Gece boyunca tipi şeklindeki kar yağışı devam ediyor, bu beni ve bazılarımızı rahatsız ediyor çünkü oluşabilecek aşırı yağış nedeni  ile trenin raydan çıkması ya da yol ortasında kalması olasılığı beni korkutuyor. Ama, ertesi gün öğreniyorum ki, trenin önünde yol alan, bir kar küreme lokomotifi yolu açıyormuş. Zaten trenimiz zaman zaman bu nedenle çok düşük hızlarla yol aldı. En son iki vagonda olmamıza rağmen ısınma konusunda en küçük bir sorun yaşamadık. Dijital olarak ayarlanabilen kompartıman sıcaklığı, mükemmel çalıştı.
Gece boyunca süren sıcak sohbetler, değişen kompartıman gruplarıyla sürdü, ve uykular gelince çocuklar gibi sallana sallana uyuduk.  Sanırım en son yatıp en erken kalkan kişi grubumuzun doğal lideri Kamil Ayrancıoğlu idi. Biz yatmak için ayrıldığımızda oturuyordu, sabah kalktığımızda da kahvaltısını çoktan bitirmiş, Uğur’la sohbet ediyordu.
Sabah kalktığımızda gördüğümüz manzara, ürpertici idi. 17 Şubat Cuma gününü Feyza şöyle anlatıyor : ‘’Tren iki tarafı karlar içinde ilerliyor, hafif bir kar yağışı var tüneller geçiliyor. Bozkır bir terk edilmişlik duygusu uyandırıyor, yerleşim yerleri çok dağınık, tren ıssız vadilerde dev bir yılan gibi kıvrılarak ilerliyor. Fırat’ı besleyen kollardan biri olan Karasu trenimize eşlik ediyor. Karla kaplı ağaçlar sis içinde’’
Trenle yolculuğun iyi yanlarından biri de, çevreyi gözlemlemek olmalı. Kuş uçmaz kervan geçmez  denilebilecek yerlerdeki köylerde insanlarımızın verdiği, var olma mücadelesini görmek, hiçte zor değil. 50 – 60 haneli bir köydeki tüm evler gibi çatısı karla kaplı İlköğretim okulunun yüksek hızda internet bağlantısı olduğunu bilmek, hem şaşkınlık hem de gurur veriyor. Bir an aklımdan bu karda kışta hastalanan insanlarımız, doğuracak kadınlarımız ne yapar sorusu geçiyor ve içime bir hüzün çöküyor. Tüm görüntüler gerçeküstü. İnanmak çok zor. Bir yanda bu düşündürücü ve etkileyici görüntüler, diğer yanda zaman zaman tipi şeklinde süren kar yağışı, çoğu aman da Feyza’nın sis dediği ama gerçekte aşırı soğuk nedeni ile savrulan kar zerreciklerinin verdiği korkuyla yola devam ediyoruz.

Yok hayır,  77 Kolej’le yaptığımız Kars gezisini bizim yazmamız haksızlık. Çünkü bunu gezi notları olarak bize gönderen Feyza, o denli  yalın bir şekilde yapmış ki…
Onun notlarından tırnak içinde cümleler alarak yazmak, hem Feyza’ya, hem gezdiğimiz yerlere ve hem de okuyana haksızlık etmek olacak. En iyisi biz Feyza’nın Kars gezisi notlarını virgülüne bile dokunmadan buraya kopyalayalım :
‘’ 16 ŞUBAT PERŞEMBE   18.30
Ankara Garında buluşuluyor, yakışıklı fotoğraf sanatçımız fotoğraflarımızı çekiyor,
Artık bundan sonra her tabelanın yanında fotoğraf çektirmek rutinlerimiz arasında yer alıyor.
Trenimiz saatte yaklaşık 60 km’ye varan bir hızla karla kaplı bozkırın içinde karanlığı yararak ilerliyor.  Yolumuz Serhat Şehri Kars’a doğru..
 Arkadaşlar birbirinden lezzetli yiyecek malzemeleri getirmişler, buna bir de Çelik çiftinin “House Wine” i  eşlik ediyor,  Herkes Arzu’nun soğuk eti ile Edibe’nin aşuresini  paylaşamıyor.
O akşamın bir özelliği var, Nilüfer’in doğum gününü trende kutluyoruz.
Uyku zamanı (mı) Trende uyumak mı uyuyamamak mı ? İşte bütün mesele bu.
Tren hedefine varmak isteyen hamarat ve işgüzar   bir maraton koşucusu gibi....
CUMA
Tren iki tarafı karlar içinde ilerliyor, hafif bir kar yağışı var, tüneller geçiliyor.
Bozkır bir terk edilmişlik duygusu uyandırıyor, yerleşim yerleri çok dağınık,
Tren ıssız vadilerde dev bir yılan gibi kıvrılarak ilerliyor, Fırat’ı besleyen kollardan biri olan Karasu trenimize eşlik ediyor, karla kaplı ağaçlar sis içinde..
Erzurum istasyon binası sanki Dr. Jivago’dan bir kare gibi.
Yolculuk boyunca  scrabble, trivial pursuit oynanıyor, hemen bir briç karesi kuruluyor.  Ama illa ki bol yeme içme ve alkol..
Planlanan saatte Kars’a varıyoruz.  Orhan Pamuk’un “Kar” romanında anlattığı gibi “Dünyanın Bittiği Yer,  kenarda kalmışlık, yoksulluk, kar yağınca şiirsel bir havası var”
Bu Ruslarda 90 sene önce çekip gitmişler, fakat karları bile kürememişler..
Kars doğudaki pek çok il gibi göç veriyor, 1992’de iki il çıkarıyor, Ardahan ve Iğdır, dolayısı ile nüfus, toprak ve bütçeden aldığı payı kaybediyor.
Otelimiz Büyükkale, bircoğumuz dinlenirken bazılarımız Kars’ı keşfediyor, corba içiyor !

CUMARTESİ
Saat 6.00 da uyandırılıyoruz, otelin kahvaltı salonu Kars Kalesi’ne ve onun güneyindeki Havariler Kilisesi (Kümbet Camii)’ne bakıyor.
 ve  7.15’de tekerlekler dönüyor, Ani Harabeleri !
Ani harabeleri Kars’a 48 km, Türkiye Ermenistan sınırına yakın Arpaçay nehri
kenarında konumlanan kentin kuruluşu M.Ö. 350-300 yıllarına dayanıyor.

 Ani kenti Kafkasya ve Anadolu’nun birleştiği merkez konumundaymış ve bölgeden ipek yolu geçiyormuş.  Yazılı tarih dönemi Urartularla başlamış
Önce bir kale kenti olarak kurulmuş, ermeni uygarlıklara başkentlik yapmış,
1064’e kadar Bizans egemenliğinde kalmış, ve bu tarihte Selçukluların eline geçmiş.
Ani Ermeni Krallığının başkenti olarak kurulmuş, acaba o nedenle mi Serhat Şehri Kars ?(Serhat başşehir anlamına geliyor)
Şehrin surlarından içeri girerken Selçukluların simgesi olan aslan kabartması ile karşılaşıyoruz.
Büyük Katedral, Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın Ani’yi fethetmesinden(fetih namazından)sonra Fethiye Camii olarak adlandırılmış, kırmızı renkli tüf taşından
inşa edilmiş, biri kral, ikincisi rahip, üçüncüsü ise halka ayrılmış üç giriş kapısı var.
Aziz Prkitch Kilisesi(Chapel) M.S. 1036’da yapılmış, Büyük katedral’e yakın bir noktada, 1930’lu yıllarda yıldırım düşmesi sonucu yarısı yıkılmış.
Resimli Kilise dönemin zengin tüccarlarından  Tigran Honents tarafından yaptırılmış, duvarlarında Hz. İsa’nın doğumunu tasvir eden  freskler var.
Gagik kilisesi cephe duvarları ve kubbesi tamamen çökmüş,
Ebul Menucehr camii Anadolu’da yapılan ilk Türk camii. Camiden Arpaçay nehrine bakıyoruz, biraz ileride Genç kızlar Manastırının kalıntıları ve onun ötesinde de sisler arasında bir ermeni köyü  görünüyor.
Hamam ve ateş tapınağının kalıntıları da yolumuz üzerinde.
Kafilemiz karlara bata çıka, zaman zaman da karlar üzerine uzanarak! harabeleri geziyor.

Minibüsümüze biniyor, öğle yemeği için “Kamer” Restoran’a doğru yola çıkıyor
Haşıl (kaynamış buğday, yoğurt, tereyağı)
Hangel(bir tür mantı)
Erişte aşı (Yeşil mercimek, erişteden oluşan çorba,)
Pilav üstü kavurma
İrmikli un helvası
Bunun yanı sıra karizmatik,tiyatrocu garsonumuzdan “Alacakaranlık Partisi” yorumu..
Öğleden sonra Sarıkamış’dayız.  Kimimiz salep içti, kimimiz kızak kaydı,bazılarıda telesiyejle dağa çıktı !
Ayrılırken 1914’de Sarıkamış Harekatı’nda donarak ölen Türk askerlerini anmadan geçemedik.
Katherina’nın av köşküne uzaktan şöyle bir bakıp akşam yemeği için Kars’a dönüyoruz.
Akşam  Recep Tayyip Erdoğan’dan Hülya Avşar’a kadar bir çok ünlünün ziyaret ettiği Kazevi’nde kaz yiyoruz.
Saat 20.00’de Karstore’a sıcak şarap içmeye gidiyoruz.   Ruslardan kalan bir bina, (peç denilen ısıtma sistemi var mı diye merak ediyorum)  İki konservatuar öğrencisinin yaptığı  müzik eşliğinde közde patates, kuzine üzerinde pişirilmiş kestane, yer fıstığının tadına bakıyoruz.
Gecenin sürprizi iki aşık geliyor ! Aşıkların atışması çeşitli taşlamalarla sürüyor,
Sıra bahşiş vermeye geliyor, Grubumuzun lideri Oruç’tan bahşişi iletmesini rica ediyor, Oruç aşığın cebine koymaya çalışıyor, Aşık kaçıyor, Oruç etrafı araştırıyor,Tip box var mı diye, sanki Ankuva Mezzaluna’dayız.
Aşıklar sonunda bize Kars’a özgü bir mani aktararak sahneyi terk ediyorlar.
Deh demeden giden at
Sözünü dinleyen evlat(bir yudum su veren evlat)
Bir de özüne uygunsa avrat
Düğünü neylersin?  Gir eğlen, çık eğlen

Deh deyince gitmeyen at
Sözünü dinlemeyen evlat(yüzünü yere baktırırsa evlat)
Bir de bedelsizse avrat(Bir de dirliksiz çıktımı avrat)
Ölümü neylersin ? Gir ağla, çık ağla.

PAZAR
Böylece bir gezinin sonuna daha geldik.
Uçağımıza binmek üzere 6 km uzaklıktaki havaalanına gidiyoruz.
İstanbullularla vedalaşıyoruz. Bir dahaki gezide buluşmak üzere..
Romantik pilotumuzun dediği gibi  “mutluluk gölgeniz olsun” ‘’