4 Ağustos 2012 Cumartesi

BALKANLAR (SARAYBOSNA – HIRVATİSTAN – KARADAĞ)

Çok oturduk ya, biraz da gezelim dedik ve bu sefer üniversiteden arkadaşlarımızla Balkanlar turuna çıkıyoruz.
Bodrum’dan mecburen Istanbul, oradan da Sarajevo’ya direkt Türk Hava Yollari ile uçuyoruz. Istanbul’da 35 derecede sıcaklık ile kalkıp Sarajevo’da 19 derece ile karşılaşınca ferahladığımız için sevinsek mi, yanımıza kalın bir şeyler almadığımız için üzülsek mi bilemedik.
Havaalanında bize daha önceden söz verilen minibüsü bulamayınca, mecburen 2 adet binek araba kiralıyoruz ve ver elini Mostar. Sarajevo – Mostar arası yolun büyük bir kısmında Neretva nehrini takip ediyoruz.


 2 saatlik, oldukça dar virajlı ve tek şeritli yoldan sonra (Türkiye’de ne de çabuk alışmışız duble yola) akşamüstü Mostar’a varıyoruz ve otelimizi buluyoruz. Temiz, merkezi ve sahibi sanki evini paylaşıyormuş gibi, bizlere en dış kapının da anahtarını verdiği, makul fiyatlı bir otel. Tavsiye edebilirim
Mostar’ı genelde Müslüman zannetmemin ne kadar hatalı olduğunu otelin karşı tepesindeki kocaman bir haç görünce anlıyorum. Meğerse Mostar köprüsünün bir tarafı Müslüman diğer tarafı Hıristiyanların çoğunlukta olduğu taraflarmış. Günler uzun olduğu için başlıyoruz gezmeye yaklaşık 100.000 nufuslu bu kenti. Saraybosna’da daha sonra da sıkça göreceğimiz gibi iç savaşın izleri ‘’UNUTMAMAK’’ adına aynen korunuyor.

 Köprünün ayaklarının bulunduğu iki yakada da (biri Müslüman diğeri Hıristiyan) savaş müzesi var. Her iki tarafta çok acılar çekmiş, ama anladığım Müslümanlar eski Yugoslavya zamanında zaten bir savaş gücüne sahip olmadıklarından olsa gerek, böyle bir iç savaşın olabileceğini akıllarına bile getirmek istememişler  sanki. 1991 yılındaki fiili dağılma ve ayrışmanın hemen öncesi Sarajevo’da ‘’Hepimiz Kardeşiz’’ sloganıyla büyük ve naif en son gösterilerini yapmışlar. 

Vakit geç,karınlar da aç olunca Neretva kıyısında bir lokantaya giriyoruz, hava soğuk, üşüyoruz ama olsun, sanki Türkiye’de bulamıyormuşuz gibi sarma ve börek yiyoruz.
Bu arada grubumuz 6 kişi ama 3’ü Boşnak (biri de ben) yani buralarda akrabalar var ama nerede ?
Yemeklerimizi yedikten sonra zaten çok çok uzun bir gün olduğundan hepimiz yorgun otelimize dönüp uyuyoruz.
17 Temmuz günü Dubrovnik’e gideceğiz, sabah kahvaltımızı yapıp çok da geç olmadan yola çıkmak istiyoruz. Hem 2 ayrı sınır kapısı geçeceğimizi düşünerek biraz da kaloma vermek lazım diyoruz, kendi kendimize ama meğerse gerekmezmiş. Sınırları çok çok rahat geçiyoruz. (Henüz)
Yola çıkmadan Mostar’ı son bir kez arşınlıyoruz, tabii ki Mostar köprüsünün tarihini inceliyor  ve TARA kulesini ziyaret ediyoruz. (Şarık Tara’ya saygı için verilmiş bu ad)
Şehitlikler görüyoruz, her iki yakada da, tüm mezarlarda ölüm tarihi 1993. O tarihlerde Istanbul’da hayat mücadelesi veriyorduk, ve bu yaşananları televizyondan seyrettiğimi hayal meyal hatırlıyorum ve şimdi çok çok utanıyorum kendimden.

Bende sevimli, acılarını unutmamış ve asla unutmayacak halkların olduğu güzel bir kasaba izlenimi bırakıyor Mostar.
Yine aynı kalitede yollardan yaklaşık 4 saat kadar giderek Saraybosna – Hırvatistan – tekrar Saraybosna – ve tekrar Hırvatistan sınırlarını geçerek, Dubrovnik’e varıyoruz. Niye bu kadar sınır geçme derseniz, eski Yugoslavya zamanında Yugoslav Deniz Kuvvetleri Hırvatların elinde imiş, sanırım bu üstünlüklerini kullanıp tüm Dalmaçya kıyılarını kendilerine almışlar. Bosna’lılara yaklaşık 10 km’lik bir deniz kıyısı bırakmışlar. Bu kıyı da hem çarpık yapılaşma, hem de midye üretim çiftliklerinden dolayı kullanılamaz halde. Bu 10 Km için çift sınır geçişi yapılıyor.
Dubrovnik’e vardığımızda bizi önce kötü zannettiğimiz, sonra ise çok iyi olduğunu anladığımız bir sürpriz bekliyor.
Rezerve ettiğimiz otel odalarımız satılmış. (Tabii bize böyle demiyorlar, kanalizasyon sisteminde sorun çıktığını, bizi burada yatıramayacaklarını, ama bir çözüm bulacaklarını söylüyorlar. Koku filan da yoktu haniJ) Otel şudur herkes dikkat etsin bu üç kağıtçılara
http://www.apartmanitoni.com/  bu arada web-sitesi ile kendisinin hiç ilgisi yok.
Neyse, biz kapının dışında beklerken arabası ile bir adam geldi, burada sorun varmış siz benim evimde kalacaksınız diyen. Kırk katır kırk satır, ya baştan başlayıp Dubrovnik’te otel arayacağız ya da bu adamla evine bakmaya gideceğiz. Biz kırk satırı seçtik ve düştük adamın arkasına. Ev dediği 2 katlı, alt katında ailesiyle kendisi yaşıyor üst katında 4 oda 2 banyo – tuvalet var. Bizden başka kimsenin alınmaması kaydı ile hadi kabul edelim dedik.
Sonradan anlıyoruz ki, Dubrovnik’te (hatta Hırvatistan’ın deniz kıyısındaki) nerdeyse tüm evler turizme açık, oda kahvaltı veriliyor. Oda da SOBE Hırvatça.






Bu tanımadığımız adam yıllarca gemilerde kaptanlık yapmış ve emekli olmuş Kaptan.Maro DOLENEC imiş. Kaptanımızı, evini ve eşini çok sevdik. Bizi Dubrovnik’te turistik tuzakların hepsine karşı uyardı, ve her dediği de doğru çıktı. Yemek yenecek ve yenmeyecek yerler, alış verişin nerelerden yapılacağı, internet bağlantısının en yakın ve ucuz şekli, hangi bankadan daha iyi kur alınacağı, ulaşım vs.vs.
Saat geç olmasına rağmen Old Town’a iniyoruz, kaptanımızın tavsiye ettiği, Kale dışında deniz kenarında LOKANDA isimli yerde şahane deniz ürünleri yiyip, şarap içiyoruz.
Evimize gelip uyuyoruz.
18 Temmuz arkadaşımız Güldal’ın doğum günü. Kaptanımıza bunu söyleyip bize akşama kutlamak üzere güzel bir yer önermesini istiyoruz. Yine babacan birşekilde, Old Town’da çok şık ve çok pahalı yerler olduğunu ama yat limanında (kendisinin de üye olduğu Yat Kulübünü restoranını tavsiye ediyor. Hem deniz kenarı, hem nispeten sakin, hem de kaptan yer ayırttığı için özel bir masa hazırlanmış. http://www.yc-orsan.hr/
O günü Dubrovnik’i gezerek geçiriyoruz. Tarihi bir şehir bu kadar mı mükemmel korunur.  Tabii birçok yerde olduğu gibi burası da iç savaştan payını almış, ama oldukça hafif atlatmış. Sırp saldırısına maruz kalıp, tarihi şehir dahil, denizden bombalanmış. Kuşatma 3 yıl sürmüş ama Bosna Hersek’te olduğu gibi hiçbir yerinde savaş izleri görünmüyor. Unesco Dünya Mirası Listesinde olması nedeniyle de oldukça hızlı (bizdeki gibi surlarını Disneyland’a çevirmeden ) ve aslına uygun olarak restore edilmiş.
                                                      
Old Town’ı ikiye bölen en önemli caddesi STRADUN, üstünde çeşit çeşit dükkanları, kenarlarında içinde kaybolabileceğin, labirent gibi sokakları ile  tamamen turizme adanmış bir şehir. 2 kapısı var Pile ve Ploce. Pile kapısından girince kocaman bir çeşme ile karşılaşıyoruz ONOFRİO çeşmesi. Dubrovnikliler en zengin zamanları olan 1400′ler ve 1500′lerde şehre veba gelecek korkusundan her giren kişinin bu çeşmede yıkanmasını şart koşmuşlar!
                                                             
Surlara çıkıp şehrin etrafında dolaşılabiliyor ama hava o kadar sıcak ki, güneşin altında yürümeyi gözümüz yemiyor.  Onun yerine teleferikle, şehrin üstüne çıkıp oradan manzarayı seyrediyoruz. Dönüşte de kaptanımızın sözünden çıkıp ara sokaklarda bir lokantaya (en azından bir bira içeriz diye) oturuyoruz. Kanada’lı arkadaşımız Halil’in istakoz var mı sorusuyla, istakoz değil ama öyle bir kazık yiyoruz ki, bunu kaptanımıza söylemeyi cesaret edemiyoruzJ Sanırım Hırvatistan’da ödediğimiz en yüksek yemek ücretini verip kalkıyoruz, kıytırık şeyler yiyip sadece bira içmemize rağmen.

                                                           
O akşam, kaptanın yer ayırttığı ORSAN lokantasında yine çeşit çeşit deniz ürünü ve 2-3 şişe şarap içmemize rağmen, öğlen ödediğimiz rakamı bulamadan kalkıyoruz. Evimize geldiğimizde biz hoş bir sürpriz bekliyor, kaptanın eşi Güldal’ın doğum günü için pasta yapmış… İyi ki bizim odaları satmışlar Toni Apartment’da diyoruz.
  19 Temmuz hedef Karadağ.
Erkenden arabalara binip yola çıkıyoruz, yine çok gevşek bir sınır geçişi.
2006 yılında Sırbistan Karadağ Federal Cumhuriyetinden bağımsızlığını ilan eden Karadağ’da para biriminin Euro olması bizi şaşırtıyor. Savaş’ın (grubumuzun kasası) sınırı geçer geçmez elindeki Euro’larla bankaya girmesi, parayı uzatması ve kontuarın arkasındaki kadınla anlamsızca birbirlerine bakmaları gerçekten komikmiş…

Dalmaçya kıyılarının gerçekten ne kadar güzel olduğunu yol boyu görüyoruz, ‘’Bay of KOTOR’’ boyunca saatlerce gidiliyor, ve bizim boğaz manzarası gibi karşı kıyı izlenebiliyor. Çok temiz, yelken yapmak için ideal bir koy. Ara sıra Gökova ve Hisarönü koylarını andıran görüntülerle de karşılaşıyoruz.
Kotor’a vardığımızda öğleden hayli sonra, açız ve ciddi tuvalet ihtiyacımız var. Şehrin girişinde bir AVM’ye giriyoruz ve derhal çıkıyoruz, soğuk, ruhsuz, bildiğimiz AVM’ler. Orada TAÇ markasının dükkanını görüp biraz da gururlanıyoruz nedense? Oradan şehrin arka sokaklarına dalıp aranıyoruz ve şahane bir esnaf lokantası buluyoruz çardak altı.

Üstelik soğuk bira ve kırmızı şarabı da var. Güzel bir yemekten sonra KOTOR’un  old town kısmını geziyoruz. Körfez çok dar olmasına rağmen, çok büyük bir yolcu gemisinin girebilmiş olmasına ben hayret ediyorum. Demek ki ne kadar derin su.
Buradan 20 km. ilerde buradan daha da turistik olduğu söylenen erkek arkadaşlarımızın deyimi ile daşların çok olduğu BUDVA kasabasına gitmeyi gözümüz yemiyor çünkü yollar dar virajlı ve Dubrovnik bizi bekliyor.
Geri geldiğimizde çok memnun kaldığımız ORSAN restorana gidip yemeğimizi yiyor ve mışıl mışıl uyuyoruz evimizde.
20 Temmuz Sıpan Adası
Kaptanımız bizi adaya kendi 6 metre teknesiyle götürmeyi teklif ediyor. 6 metreyi duyunca biraz tereddüt ediyoruz ama adam bizde o kadar güven uyandırdı ki, tamam diyoruz. Kahvaltıdan sonra yanımıza 1 gecelik eşyalarımızı alıp biniyoruz teknesine.

 Bu arada adada kalacağımı TRI SESTRE ROOM’u şimdiye kadar duymadığını ama vardığımızda bulabileceğimi söylüyor. Yine bir şüphe, yoksa yok mu öyle bir yer??
Adaya minicik bir iskeleden yanaşıyoruz ve kaptanımız, koyun en ucunda evimsi bir yeri gösterip, orası olması lazım diyip gidiyor…
Adada ciddi bir dil sorunu var, ve bizi anlayabilenler de TRI SESTRE’yi bilemiyorlar. Sonunda kaptanımızın gösterdiği evimsi yere gidiyoruz ve 3 kız kardeşin olduğu bir eve konuk olacağımızı anlıyoruz. Kızların annesi bize çok güzel bir akşam yemeği hazırlıyor, deniz, balık, şarap güzel bir gün daha geçiriyoruz.
21 Temmuz SARAJEVO’ya dönüş
Kaptanımız teknesiyle gelip bizi adadan alıyor, Dubrovnik’te eşyalarımızı evden alıp yola çıkıyoruz. Eğer yolunuz Dubrovnik’e düşerse hem kalacak yer hem de tavsiyeler açısından kaptanımızı herkese tavsiye ederim. Eşi de kendisi de gayet güzel İngilizce konuşuyor.
Kapt.MARO DELENEC Tel :+385 (0)20 436 089  Mobil: +385(0)91 524 25 87
iradubrovkinja@yahoo.com
Yolda Cevapcici (bizim İnegöl köftesi gibi)ve kuzu çevirme yapan şahane bir lokantada karnımı doyurduktan sonra akşamüzeri Sarajevo’ya varıyoruz. Kalacağımız otele geldiğimizde bizi yine kötü sürprizler bekliyor. Otelin tek personeli olan genç hanım biz geldik diye pek memnun olmuyor. Bizim odamız temizlenmemiş bir önceki müşterinin kalıntıları var, oda değiştiriyoruz. Yeni odada su yok, istiyoruz aman genç hanım, kendisinin tek olduğunu aşağıya inip kendimizin alması gerektiğini oldukça ters bir şekilde söylüyor. Ya sabır deyip akşam yemeği için dışarı çıkıyoruz. Geri geldiğimizde her birimizle kavga edebilmeyi başarıyor ve biz oteli terk edene kadar otelle ilişkisi kesiliyor.   http://www.hotel-hecco.net/  Yer olarak old town’a yürüme mesafesinde, ama, yoldan geçen arabalar sanki odanın içinden geçiyor kadar ses izolasyonsuz, klimasız, kısacası kötü bir otel, çok kötü bir işletme hiç tavsiye etmem. 

22 Temmuz SARAJEVO
Bugünümüzü tamamen bu şehre ayırdık.  Şehir Miljacka nehrinin 2 kıyısında kurulmuş, sayabildiğim 15 kadar köprü (cupriya) var üzerinde nehrin. Burası bana biraz Endülüs biraz Kudüs gibi geldi. 3 dinin de birlikte yaşadığı bir yer. Hem kilise, hem sinagog hem de camiler yan yana. Bu arada hani Ispanya’dan kovulan Yahudileri sadece Osmanlı bağrına basmıştı.  Bu bölgeye de çok büyük bir nüfus gelip yerleşmiş hatta Avrupa’nın en büyük 3. Yahudi tapınağı Sarajevo’da imiş. Ah benim tarih kitaplarım.
Şehirle ilgili wikipedia’dan aldığım şu ilginç notları paylaşmadan edemeyeceğim :
‘’1885 yılında Avrupa’nın ilk, San Fransisco’dan sonra dünyanın 2. kenti imiş tam zamanlı elektrik tramvay ağı olan. Hepimizin tarih kitaplarında okuduğu, 1. Dünya savaşını ateşleyen en önemli olay olan Avusturya Arşıdük’ü Ferdinand’ın öldürülmesi bu kentte olmuş. Yakın tarihte 1984 Kış Olimpiyatlarına ev sahipliği etmelerine rağmen, 1992 – 1995 arasında  şehir modern savaş zamanlarının en uzun süren kuşatmasını yaşamış.’’
Genellikle Müslüman kesiminde olan başçarşı ‘’BASCARSİJA’’da geziyoruz. Burada da Katedral ve Sinagoglar var, camilerin ve medreselerin yanında. Güzel sanatlar burada oldukça gelişmiş, ve birçok yerde gerek mezun gerekse öğrencilerin sergileri var.
Ferdinand’ın öldürüldüğü Latin Köprüsünün durumu bizi şaşırtıyor, tarih değiştiren bir köprü ama ayakları çöpler içinde. (Müslüman bölgesinde kaldığı için mi acaba?)
THE SIEGE müzesine giriyoruz ve çok sarsılıyoruz hepimiz. Film ve resimlerle kuşatma anlatılıyor, hani bizim televizyonlardan, farkına varamadan izlediğimiz kuşatma. Bir insanlık dramı, ayıbı, vahşeti. Mostar ve Sarajevo’da UNUTMA yazılarının niye bu kadar çok olduğunu anlıyoruz. Niye savaşın izlerini aynen tuttuklarını anlıyoruz.
                                                     
 Eğer ilgi duyuyorsanız ‘’1992-1995 Siege of Sarajevo’’ adı altında Youtube’ta çok çarpıcı dökümanter var.
Karnımız acıkınca oturduğumuz yol üstü lokantada Türkiye hasreti ile, dolma, sarma, mantı, büğrek yerken, önümüzden çakma bir Sophia Loren, çakma bir Mick Jagger’in kolunda önlerinde de bebek arabasında çakma olmayan bir bebekle geçiyorlar. Merakımızı çekiyorlar ve takip ediyoruz, bir atölyeye giriyorlar, meğerse adam Sarajevo’nun MEŞHUR ressamı İbrahim HRLE imiş. Gerçekten çok güzel çalışmaları var.

Karısı Mısır asıllı Alman Emine, çocuklarının adı ise İsa. Her birimiz birkaç resim alıp aileyi ihya ediyoruz. Ben İsa’ya aşık oluyorum.:)
Elimizdeki satın aldıklarımızı otele bıraktıktan sonra ise Savaş’ın büyük babası Visoko’lu Hüseyin Vitiko’yu aramaya karar veriyoruz. (bir ara Savaş’ın dedesinin Japon asıllı olmasından şüphe etmiyor değiliz hani) Visoko camiinin bahçesinde gömülü olduğunu öğrendiğimiz büyükbaba için yola çıktığımızda, bizi hiç beklemediğimiz bir otoban (gerçekten ama) bizi Visiko’ya 40 dakikada götürüyor. Burası bizim kasabaların aynısı, tamamen Müslüman, ama gel gör ki o kadar çok cami var ki, hangisi olduğunu bilemiyoruz.
Camilerden birinden bilgi almaya çalışıyoruz, insanlar çok sevecen, yardımsever, eğer bir gün daha kalabilirsek belediyeden belgelerin bulunabileceğini söylüyorlar ama biz Türkiye’ye döneceğiz maalesef. Savaş, aklını ve kalbini Visiko’da bırakıp, buraya bir kez daha gelmeye söz vererek ayrılıyor o güzel insanlardan.

Şehre dönüp öğlen yemeğini yediğimiz aynı yerde akşam yemeğimizi de yiyip otelimize gidiyoruz. Hepimizde biraz Türkiye’ye ve evlerimize özlem var, ne yalan..
23 Temmuz Istanbul
Bugüne bıraktığımız TUNNEL of HOPE ziyaretimizi maalesef kapalı olduğu için yapamıyoruz.
Tamamen kuşatma altındaki bölgeden bir nevi tarafsız bölge sayılan (Birleşmiş Milletler kontrolunda) havaalanına kadar kazılmış 800 metrelik Umut Tüneli. Hem insanların kaçışı, hem de insani yardımların kuşatılmış bölgeye ulaştırılması için kullanılmış.  Bir önceki Bosna başkanı Alije İzzetbegoviç de bu tünelden tekerlekli sandalye ile kaçırılmış.
Uçağımıza binip İstanbul’a dönüyoruz..
Bosna Hersek’ten izlenim olarak ne kaldı derseniz, diğer ziyaret ettiğimiz komşu ülkelerden daha düzensiz ve özensiz. Burada Türkleri pek sevmiyorlar.