4 Temmuz 2012 Çarşamba

FIRAT BOYUNCA GAP

Tarihler 27 – 28 – 29 – 30 Haziran – 1 Temmuz
Yine Kolej 77 mezunları düşüyor yollara.  Şubat ayında trenle Kars’a giden gruptan Haziran sonu Şanlıurfa’ya gitmesi bekleniyor zaten. Bir gün bu grup aradığını bulacak ama ne zaman bilemiyorum.
27 Haziran günü Bodrum – Ankara – Elazığ uçuşumuz  gayet rahat geçti ve akşam üzeri Hazar Gölü kenarındaki otelimize yerleştik . Tam 40 kişiyiz bu sefer, her gezide sayımız artıyor. Bizleri daha önceki gezilerdende bildiğimiz, amatör ruhla, tam pofesyonel bir iş yapan sevimli ve çalışkan rehberimiz  ÖMER ÖZMEN  karşılıyor.
 Onca yoldan sonra göle girip serinlemek harika geliyor insana üstüne de menekşe vakti ve akşam yemeği. Yemekte bizi eğlendirenlerin haline bakarsanız, bizim ne kadar eğlendiğimizi tahmin edebilirsiniz J

28 Haziran sabahı grup liderimiz, amirimiz, Kamil’imiz tabii ki 07:00 uyandırmayı ayarlamış, bizleri koşturmaya başlıyor.
İlk olarak Hazar gölü etrafında bir tur atıyoruz,  tarihçesi pek bilinmeyip efsanelerle anlatılan ve su seviyesinin düşmesi ile ortaya çıkan batık şehri görüp, Harput’a  yol alıyoruz.
Harput M.Ö 2000 yılına dayanan geçmişi ile ile insanı etkiliyor. Hurriler – Hititler’den bu yana her zaman yerleşim olarak kullanılmış ve güzel eserlere ev sahipliği yapmış.
Urartu döneminde inşa edildiği söylenen ve yapımında süt kullanıldığı iddia edilen, (bu yüzden beyazmış) kale, restore ediliyor ama restorasyon içler acısı, yeni bir Disneyland yaratılıyor adeta.
Maalesef bu yetmiyormuş gibi, bu eserlerin (Artuklulardan kalma Anadolu’nun en eski camilerinden biri olan Ulu cami, çeşitli dönemlere ait camilerin bulunduğu bölgeye,  Belediye kocaman çirkin bir konuk evi yapmakla kalmamış, bu alanın içine çok şık ve modern görünümlü bir de Kuran kursu binası yapmış.
Seyir tepesinden şehri gördükten soran yazları içinde gerçekten buz olan,  5 metre inişle yaklaşık 15 derecelik sıcaklık farkı olan, yazları serin kışları da ılık olan Buzluk mağarasını görüyoruz.
Mağara şöyle bir yer ama benim esas ilgimi oradaki çiçekler çekti.
        
Buradan Malatya’ya  doğru yola çıkıyoruz ama yolumuzun üstünde yapımına 1965 yılında başlayan, beni babamdan uzun zamanlar ayıran (Babam Keban barajı yapımında E.İ.E. de görevli idi) Keban barajını ziyaret ediyoruz.  Rehberimiz Ömer sayesinde barajın kumanda odasına ve üretim birimlerine kadar inebiliyoruz. Her ne kadar Atatürk Barajının bir maketi kadar dense de benim için devasa ve çok etkileyici.

Buradan yine yolumuz üstü Çırçır Şelalesinde birer çay içip, Karakaya Baraj gölü üstündeki Kömürhan köprüsünü görmek istiyoruz ama hava karardığı için hayal meyal görebiliyoruz. Ama Kömürhan Restoran’da bir kavurma yiyoruz ki akla ziyan.   Oldukça geç bir saatte Malatya Anemon Otele varıyoruz.  Bu kadar güler yüzlü otel personeli az bulunur. Yatıp mışıl mışıl uyuyoruz.
29 Haziran uyandırma bilin bakalım kaçta ? Tabii ki 07:00 .
İlk olarak Aslantepe Ören yerine gidiyoruz. (Bu arada grubumuza Ömer’e yardımcı olmak üzere, güzel rehberimiz Gülşen Baykar katılıyor)  Aslantepe M.Ö. 5000 yılından kalan kalıntıları ile M.S. 5-6 yy Roma daha sonra da Bizans eserleriyle dolu üst üste yerleşimlerle dolu.  Anadolu’da birçok yerde olduğu gibi acaba Aslantepe  dünyanın ilk medeniyeti mi sorgulamasına hak kazanmış ama bu gezide gördüklerim beni bu sorgulamanın ne kadar yersiz olduğunu gösterdi. Aslantepe’nin de hakkını yememek lazım, çünkü bulunan metalden yapılma kılıçlar mühürler, takılar metali işlemeyi ne kadar iyi bildiklerini kanıtlıyor. Bu arada M.Ö. 3500- 3300 yıllarına ait saray ve tapınak kalıntıları, yazı icat edilmeden bürokratik sistemlerin kurulduğunu gösteriyor. Şu insanoğlu  aranmış inanın bürokrasi için taa o zamanlarda, şimdi içinden çıkamıyoruz J









Buradan Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı ve Eski Malatya Ulu camii’ni ziyaret ediyoruz. Türkiye’deki 4 eyvanlı ilk ve tek camii olduğunu öğreniyoruz. Selçuklu mimarisi, ve gördüğüm en güzel camilerden biri diyebilirim.
Sonra doğru Şire Pazarına yani Malatya’nın bir nevi kayısı pazarına, hayatımda bu kadar kayısı ve meyve kurusunu bir arada görmemiştim. Çok etkileyici, tabii bazı arkadaşlarımız dayanamayıp
 atıştırıyorlar orda burada.

Alışverişin ardından Su Sesi adlı lokantada (Gündüzbey’de) öğlen yemeği yiyoruz. Tüm gezimizin en hayal kırıklığı yarattığı öğün diyebilirim,  bu da bizim nazar boncuğumuz oluyor.
Buradan Malatya Arkeoloji müzesine gidiyoruz. Aslantepe ve civarından çıkan yapıtların sergilendiği ve yer yetmediğinden sergilenenin en az 3 katının depolarında olduğu söylenen şahane bir müze. Yakına yeni ve geniş binasına taşınacakmış. Malatya’ya yolunuz düşerse ULU CAMİİ ve Arkeoloji Müzesini görmeden gitmeyin derim.
                          
Adıyaman’a yolu çıkıyoruz, turun en uzun etabı yaklaşık  3 saat sürüyor, otelimize yerleşip, yine şahane bir akşam yemeğinden sonra ertesi gün  bizi nelerin beklediğinden habersiz masumca uyuyoruz.
30 Haziran uyandırma  01:30 evet evet 01:30 tabii aramızda uyumayanlar da var haklı olarak 3 saat uyku nedir ki?
Minibüslere binerek (sıkı giyinmemiz tembih edilmişti, çoğumuzda uyuyoruz tabii buna, gündüz 33-34 derece olunca sıkı giyinmek 2 polar üst üste giyinmekten ibaret oluyor ve görüyoruz günümüzü) Nemru t dağına yola çıkıyoruz. 2 saat gittikten sonra çoooooook soğuk, ürkütücü ve bir göz kapalı alanı olan bir yapıya geliyoruz ki, polarlar üstümüzde keten gömlek gibi duruyor. Hemen battaniye kiralıyoruz. (Hemen hemen hepimiz, çünkü ne giyersen giy rüzgar bir tarafımızdan girip öbür tarafımızdan çıkıyor) Başlıyoruz tırmanmaya, ben yolun daha başlarında zirveye varamayabileceğimi düşünüyor ve hissediyorum. O kadar soğuk ve rüzgar insanın nefesini öyle bir kesiyor ki (bu arada tırmanılan çok dik, serbest taşların olduğu yaklaşık 650 – 700 metre bir yol) aşağıdan zirveye bakınca çıkılması imkansız gibi görünüyor. Evet sevgili eşimin verdiği gayret ve gazla zirveye varıyor ve büyüleniyorum. Çocukluğumdan beri resimlerini görüp de gitmek istediğim, yaşım ilerledikçe de gidemeyeceğimi düşündüğüm Nemrut’un tepesinde Tanrılarla beraberim.  Tarihçesini her yerden ulaşabileceğiniz Kommagene Uygarlığının bu kendini gömdüğü yerde, başka bir boyuta geçiyor ve güneşin doğuşunu donarak bekliyorsunuz.
Bence ölmeden görülmesi gereken yerlerden biri kesinlikle….





Güneş doğduktan sonra (hayatımda bu kadar sancılı bir güneş doğumu yaşamamıştım) fotoğraflarımızı çekip Batı terasına geçiyor ve oradan da aşağı iniyoruz. İniş daha da zor çünkü taşlar kayıyor.  Gidecek olanlara muhakkak rüzgar geçirmez bir ceket,(içi kat kat kazak ve polar dolu olursa  şahane olur) başlık, eldiven ve çok iyi ayakkabılar tavsiye ediyorum.
Aşağıya ulaştığımızda yazın halen gelmemiş olduğunu görüyoruz. Sadece kiraladığımız battaniyeleri iade ettik ama üst baş aynen devam. İç organlarımıza kadar donmuşuz çözülemiyoruz bir türlü.
Daha saat 06:00 ama biz sanki yarım gün yaşamış gibi Arsemia ören yerine gidiyoruz.  Kommagene kralı Antiochos’un atası Arsemes tarafından kurulduğu söyleniyor.  Antiochos ve Herakles’in tokalaşma heykeli  ve altında da Anadolu’nun bilinen en büyük yazıtı o tarihten bu yana sağlam bir şekilde bizleri karşılıyor.
Bunları gördükçe ülkemin tarih ve doğa bakımından dünyanın en zengin yeri olduğunu bir kez daha anlıyor ve bunların elimizden nasıl kayıp gittiğini hüsranla görüyor ve bir şey yapamamanın acısını içine duyuyorum.
Yolumuzun üzerinde Romalılardan kalma Cendere Köprüsü’nü de görüp, kahvaltı yapacağımız Samsat’a varıyoruz.
Güzel bir kahvaltı ve ver elini Besni. Besni grubun ortaokuldan arkadaşı Canan’ın köyünün olduğu yer. Canan ve agabeyi Kadir bize öyle bir sofra hazırlıyorlar ki tok olan her birimiz, oğlak kavurma, bulgur pilavı, salata, cacık ve yerli biberlerden oluşan menüyü yalamadan yutuyoruz. Bu kadar mı lezzetli olabilir oğlak eti veya bulgur pilavı ??? Çadır kurulmuş, altında aşağıda gördüğünüz sofra ve biz bu sabah Nemrut’tan inmişiz. Normalde ne yapılır, yiyip, çayları içip uyunur di mi? Ne mümkün amirimiz bizi ayaklandırıp yine yollara döküyor, Atatürk barajına doğru.

Rehberimiz Ömer ÖZMEN sayesinde Atatürk barajının da kontrol odasına girebiliyoruz. Keban’la mukayese edilemeyecek kadar modern. Baraj da mukayese kaldırmayacak kadar daha büyük.  İnsan devletin buralara  deniz getirdiğini düşünmeden edemiyor.
Şanlıurfa’ya hareket ediyoruz, otelimiz Hilton Garden Inn  ve fakat bizi yine rehberimizin sürpriz olarak organize ettiği ‘’ sıra gecesi’’ bekliyor. Yorgunuz, tokuz ama kaçırır mıyız? Hayır. Duşumuzu alıp amirimizin tek kelime etmesine bile izin vermeden lobideyiz.
Sıra Gecesi rehberimiz Ömer tarafından şöyle açıklanıyor : Şanlıurfa’da yaşları birbirine yakın arkadaş gruplarının (ki minimum 10 kişi) her hafta bir kişinin evinde olmak üzere, toplanıp sohbet edip, gündemi tartışması. Urfa'nın Fransızlar tarafından işgal edildiğinde şehrin kurtarılması planları sıra gecelerinde yapılmış. Ev sahibi tabii ki ikramda bulunuyor ama gelir farklılığını eşitlemek için ikram standardize edilmiş.  Çiğköfte olmazsa olmaz ama. Bu gelenek İbrahim Tatlıses tarafından medyatik bir şekilde kullanılıp dejenere edilmiş. Artık sohbet ve tartışma yok, müzik yeme ve içme var. Şanlıurfa’da arkadaş grupları halen geleneği devam ettirse de biz sıra gecesini eğlence olarak biliyoruz…  Günahı İbo’nun boynuna…
                                                                                                                                                                                        
 Bu güzel geceyi Beyzade Konağında geçirdik www.beyzadekonak.com  tavsiye ederim.
Otelimize dönüp hepimiz yorgunluk ve alkolün etkisiyle bayıldık J
01 Temmuz uyandırma 07:30  amirimiz bize son gün iyiliği yaptı sağ olsun. Başım dahil her tarafım ağrıyarak yataktan kendimi sökmeye çalışıyorum  çünkü bugün gezimizin son günü. Dayanmalıyım J
Kahvaltı ve ver elini HARRAN. Harran evleri hepinizin bildiği kubbeli, kerpiçten yapılma ve oturanın mali durumuna göre 19’a kadar varan odası olan evler. Odalara birbirinden geçiliyor, labirent gibi sanki, içi gayet serin, kışın da sıcak tutuyormuş.Bölge 1979’da sit alanı ilan edilmiş, Harran’a GAP projesi ile su da gelince, burada oturanlar zenginlemiş ve daha lüks (!) yerlere göçmüşler. Evlerin çoğu boş, terk edilmiş, ee bir de Sit alanı ya  yıkılmaya terk edilebilir o zaman…
Yerleşim yerinin az ilerisinde Abbasi Hükümdarı Harun Reşit tarafından kurulan Harran Üniversitesi kalıntıları var. Ne yazık ki kazı çalışmalarından dolayı, yakınına bile gidemiyoruz. Sadece o zamanlar üniversitenin gözetleme kulesini (sonradan tabii ki cami minaresine çevrilmiş olan) görebliyoruz. Orijinali 75 metre ,imiş depremlerle yıkılarak 32-33 metrelik bir bölümü kalmış.
Aşağıda netfotograf.com sitesinden bana çok ilginç bilgileri paylaşmak istiyorum :
‘’İlkçağ felsefe ekolünün merkezi ve daha sonra Arap düşünce sisteminin kaynağı olan bu üniversiteden bugüne yalnızca gözetleme (astronomi) kulesi kalmıştır. Harran Üniversitesinde sürdürülen bilimsel çalışmalar din, gökbilim, tıp, matematik ve felsefe olmak üzere beş bölüme ayrılmıştı. Felsefede ağırlığın Platon, Aristoteles, Plotinos gibi bilginlerde olduğu görülmüştür. Dünyadaki üç büyük felsefe ekolünden birisi "Harran ekolü"dür. Harran'da bir çok büyük bilgin yetişmiştir. Devrin, en büyük Matematikçilerinden, Tabiplerinden ve Yunan filozoflarının eserlerini Arapçaya çevirenlerden 821 doğumlu Sabit bin Kurra, dünyadan ay'a olan uzaklığı doğru olarak hesaplayan Battani (Avrupalılar Albetegni veya Albatanius derler), Yunan filozoflarının maddenin bölünebilen en küçük parçasının (atom) parçalanamaz olduğuna dair iddialarını kabul etmeyen, oysa bölünmez kabul edilen bu parçanın müthiş bir enerji ile paraçalanarak Bağdat gibi bir şehri yıkabileceğini söyleyen ve böylece Atom'un mucidi sayılan Cabir bin Hayyan, Din bilgini Şeyhülislam İbni Teymiye Harran'daki okullarda yetişmiş dünyaca ünlü bazı alimlerdir.’’
Buradan yine şehre Şanlıurfa’ya dönüyoruz, ve sabrı ile bilinen Eyüp peygamberin sabır makamını ziyaret ediyoruz. Eyüp Peygamberin çile çektiği mağaraya arkadaşlarımız da çile çekerek girip çıkıyor.
İlgilenenler internetten geniş bilgi toplayabilir burası ile ilgili.
Daha sonra öğlen yemeği için bir pirzolacıya gidiyoruz ki, hakikaten damak çatlatan dedikleri bir lezzet Hacı Hanifoğulları Pirzola ve Kebap Salonu. Tütüncüler Çarşısında ve kuruluşu 1937 olan bu dükkan Pazar günleri açık olmamasına rağmen yine rehberimiz Ömer sayesinde bizim gibi her daim tok olup önüne gelen her şeyi yiyen 40 kişilik grubu tıka basa doyuruyor. Şanlıurfa’ya yolunuz düştüğünde muhakkak gidin.
 İşte böyle bir şey…
Buradan bizleri, en azından beni hayretlere düşüren, daha önce gazetelerde okuyup da kulak arkası ettiğim Göbeklitepe ‘ye gidiyoruz.  Gazetelerde tarih kitapları değişecek diye yazmıştı, ne medyatik değil mi?  Değilmiş…
Göbeklitepe :
Biz ne biliriz İngilizlerin göz bebeği Stonehenge  tarihi M.Ö. 5000,  Çatalhöyük M.Ö 7500, ama burası M.Ö 12000. İnsan yanlış görüyorum ya da yanlış duyuyorum sanıyor ama hayır günümüzden 14000 yıl önce inşa edilmiş bir tapınaklar grubu. Henüz 4 tanesi gün yüzüne çıkarılabilmiş ve toplam 20 adet var, 16 tanesi halen toprak altında.
Avcı toplayıcı dönem olarak bildiğimiz bu süreçte tarım dolayısı ile yerleşim diye bir kavram yok ama bu gördüğümüz ne? Bazı rituellerin yerine getirildiği kutsal bir alan diye açıklıyor arkadaşım yani bir araya gelinen bir yer. Yerleşik olmaya gerek yokmuş. Hayretle  dinliyorum rehberimizi, T şeklindeki sütunlar, 2 büyük sütunun ortada olması ve 12 daha küçük sütunun etrafında daire şeklinde olması.  12 rakamının gerek astronomik, gerek dinsel olarak halen bizlere kadar gelen önemi, bu toplumun ilk şamanlar olduğunu, yani bizim bildiğimiz tarihten çok daha önce din, dolayısı ile ruhban sınıfı dolayısı ile hiyeraşik  toplumsallaşma  olduğunu mu gösteriyor acaba?  Eve döner dönmez bu konuyu incelemeyi düşünüyorum. İnternet sağolsun. Bu arada çıkışta derme çatma bir tezgahın üzerinde aşağıdaki çocuk’’ GÖBEKLİTEPE  The World’s First Temple’’ yazan DVD satıyor. DVD’nin üzerinde
2010 DOCUFEST ATLANTA – Most Educational  Documentary Award
2011 BOSTON TURKISH FESTIVAL – Best Documentary Audience Award  yazıyor

  Bir katkım olsun diye satın alıyorum eve gelip izliyorum vee herkese tavsiye ediyorum. Bulduğunuz yerde muhakkak alın ve izleyin. Ahmet Turgut Yazman tarafından 3 yılda çekilmiş bir dokumenter.
Gördüklerime halen inanamaz bir halde, geri dönüş uçağımıza binmek üzere havaalanına hareket ediyoruz. Bir sonraki seyahatte görüşmek üzere diyoruz…
Son söz : Siz de benim gibi GAP’ı bir sulama projesi zannediyorsanız, muhakkak buralara gelip, ne olduğunu, ne yatırımlar yapıldığını, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak bu yöreye neler kattığını ve nasıl dönüştürdüğünü daha nelerin hangi zaman dilimlerinde yapılacağını kendi gözlerinizle görün, ve bunu yaparken size tavsiyem bir GAP uzmanı olan rehber  ÖMER ÖZMEN’i bulun tel : 0532 480 91 56.
Tüm bunları gördükten sonra insan diyor ki : Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?