18 Ekim 2023 Çarşamba

ORHUN VADİSİ ve ALTAY DAĞLARINDA ALTIN BAŞLI KARTAL FESTİVALİ

 



Bu gün, 30 Eylül Cumartesi.

Dün geldik Bayan Ulgii şehrine. Şehir dediysem, köyleri dahil nüfusu 110. 000 olduğu söylendi. Yani büyücek bir kasaba.

Bayan, Moğol dilinde "zengin" anlamına geliyormuş. Yani şehirin adı ; Zengin Ulgii.

Ulgii, nüfusunun %90'ı Kazak ve %10'u Moğol olan bir şehir. Bu nedenle Moğolistan'da bir Kazak Kenti diyebiliriz.





Başkent Ulaanbaatar'dan 2 saatlik uçak yolculuğu ile ulaşılıyor. Aynı gün 6 uçuşu görünce çok şaşırmıştım doğrusu. Şaşıran sadece ben değil Hunnu Airlines çalışanları da galiba, çünkü tüm uçuşlar birbiri üzerine binip, ortalık karışmıştı. Ama hakkını vereyim, çok iyi bir uçuş ve hizmet aldık. Hatta bizim THY'nin nasıl olup da bir kaç yıldır üst üste Avrupanın en iyi havayolu olabildiğini sorguladık. Hunnu Airlines de, koltuk arası genişliği gayet iyi. İkram bizimkinden çok daha iyi. Üstelik bu iki saatlik iç uçuş.

THY, de 8 saatlik uçuşta istenilen 2.ekmeği bile vermeyen garip bir anlayış var.

1400 Dolarlık bilet alıp, 35cm lik koltuk aralığında, neyse konumuz THY değil. Zaten bundan böyle tercihimiz de değil. Bayrak taşıyıcı hava yolunda Türk rakısı servisi yok, ama İngiliz viskisi, Alman birası ve Fransız şarabı var. Severim böyle milli havayolunu.

İndik Bayan Ulgii Hava Limanına.

Tam çıkışta bizi bir müzik grubu karşıladı. Arkalarındaki panoda "Kartal Festivali 2023" yazıyordu.




Şimdi anlaşıldı üst üste inen bir dolu uçağın nedeni. Yoksa buraya her gün bir uçak bile inmiyormuş.

Zaten bu gün gördük ki, "Altın Kartal Festivali" uluslararası bir nitelik kazanmak üzere. Yüzlerce hatta binlerce batılı, doğulu, güneyli, Amerikalı insan bu festivali izlemek için binlerce kilometre yol gelmiş.

Gerçekten de müthiş bir olay, anlatmaya çalışacağım. Ama sırada daha başka anlatacaklarım var.

Sovyet Rusya, Moğolistan'ın Kazakistan ile ortak sınırı olmasın diye, burada da olmayacak entrikalar yapmış; Kazakistan ile yine Kazakların yaşadığı Ulgii şehri arasındaki daracık bir koridoru kendisi ile Çin sınırı yapmış.

İstanbul'dan doğrudan Başkent Ulaanbaatar'a uçtuk.

Gayet güzel bir otel olan Flower Hotel de toplamda 4 gece kaldık.

Yüzölçümü Türkiye 'nin iki katı olan Moğolistan'ın nüfusu 3,5 milyon. Bu nüfusun 2 milyonu da baş şehir Ulaanbaatar(Kızıl Kahraman)' da yaşıyormuş. Şehirdeki ulaşım sadece karayolu ile. Karayolu akışı sağdan. Ama otomobillerin çoğu da sağdan direksiyon olunca kilitlenme kaçınılmaz oluyor. Yani doğru bir Karayolu rejimi yok. Sollama, sağlama karışmış. Dolayısıyla 6 şeritli yollar kilitleniyor. Trafik tam anlamıyla kabus gibi.

Ulaanbaatar'da budist manastırlarını gezdik. Tesadüf mü gezi liderimiz Dr. Temel Tacal mı denk getirdi bilmem ama budist ayinlerini canlı izledik. Manastırlara girerken eşiğe basmamak gerekiyormuş.







                                                                                                     

Budist ayinleri gerçekten enteresan. Renklerin her birinin anlamı var. Güzel fotoğraflar çektik.

Moğol insanı GER dedikleri çadırı çok seviyor. İki katlı evlerinin bahçesinde GER leri var. Enteresan bir tutku.

Ulaanbaatar'daki Cengiz Han Müzesine ayırdığımız sürenin 3 saat gibi çok yetersiz bir süre olması gezimizin tek eksiğiydi.

 

2.gün TERELJ bölgesine giderken Tonyukuk'un yazıtına uğradık ama göremeden geri döndük. Sonra devasa boyutlarda Cengiz Han heykeline gittik. Dünyada insan eliyle yapılmış en büyük 30.yapı. 40 metre yüksekliğindeki, paslanmaz çelikten yapılmış. Cidden çok heybetli.





Terelj'de balkonlu çadırları gördük. Pandemi döneminde oluşan talep bu yatırımları gerçekleştirmiş. Güzel bir öğle yemeği yedik orada. Tuvalet ve lavabolar gene tertemiz. Oradan dağ başındaki bir Budist manastırını ve kaplumbağa kayasını gördük. Akşam yemeği Ulaanbaatar'da değişik ve güzel bir restorandaydı.








Üçüncü gün 7 saatlik bir yolculuk sonrasında vardığımız Karakurum (Harhorin) de iki gece Moğolların GER, Türklerin YURT adını verdiği çadırlarda geceledik.



Bu çadırlar bizim kepenek dediğimiz sıkıştırılmış yapağı ile yalıtılmış. İçinde ahşap bir iskeleti var. İçeriden ayrıca kalınca, halı benzeri bir yalıtım daha var. İki kişilik çadırlar yaklaşık 30 metrekare. Karakurum daki çadırlarda çadırın içinde elektrik, duş, lavabo ve tuvalet vardı. Isıtması yetersiz olsa bile elektrikli radyatör le yapılıyordu. Oysa sonradan gideceğimiz Ulgii deki çadırlarda, bunlardan hiç biri yoktu. Karakurum köyden biraz daha büyükçe bir kasaba ve Moğollar için de yabancı turistler için de önemli bir yer değil. Gezdiğimiz Erdene Zuu manastırı dışında bizim için çok önemli bir nokta olması, Göktürk Devletinin kurulduğu yer olması.

Erdene Zuu, budist manastırında budist ayininde sunulan içtiğimiz "kımız" hiç fena değildi. Ama orada Buda'nın 23.reenkarnesi olduğuna inandıkları genç bir adam için yapılan özel ayin, gerçekten bir şanstı. Bu vesileyle fırsatı nimet bilip kutsanan arkadaşları da tebrik ediyorum. :=)

 Bir Türk olarak Karakurum benim için önemli bir yer.

Çünkü burası ;Orhun Vadisi.





Bilge Kaan ve kardeşi Kül Tigin'in yazıtları burada. Benim için, muhteşem bir yer.

Tarihte "Türk" kelimesinin geçtiği (m. s. 7.yy) ilk yazılı belge, Orhun Abideleri ve TİKA'nın koruma altına aldığı bu anıtlar, bir müze içinde bulunuyorlar. Müzeyi de yine TİKA yapmış. Görmeyi çok istediğim bir yerdi.

Türk dilinin bilinen ilk yazılı kaynakları ve ilk Türk alfabesi olan Göktürk alfabesiyle yazılmış bu anıtlar, her Türk için çok önemli olmalı.

İlteriş Kutluk Kaan'ın oğulları olan Bilge Kaan ve kardeşi Kül Tigin iki dilde yazmışlar kitabeyi; Göktürk alfabesiyle ve Çince. Taşın ön yüzünde Göktürk, yan yüzünde Çince yazılı metinde, milletine hesap ve öğüt veren bir yazı var. İnternette kolayca bulunuyor çevirisi.

Bu anıtları yazdıran ise babalarının da Başveziri olan bilge devlet adamı, Tonyukuk. Tam ve örnek bir devlet adamı. Onun da bir kitabesi var ve gittik görmeye. Ama oraya da bir müze ve tesis yapılıyormuş, göremedik.

TİKA;TC Kültür Bakanlığına bağlı Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı.

 

Moğolistan uçsuz bucaksız bozkırlardan oluşan bir ülke ve tabii ki çok soğuk bir ülke. Ulaanbaatar'dan Karakurum'a 6 saatlik yolculuk ile karayolundan gittik. Bu sayede su ile çölün aynı yerde bulunabileceğini de görmüş olduk. İnanılmaz ama gerçek. Rüzgar o kadar kuru, sert ve sürekli ki, ot bile yetişmiyor o çölde. Ama su var.

Unutmadan yazmalıyım; Umumi tuvaletlerin temizliği bizimkilerden daha iyi. Kırsal alandakiler hariç tabi. Orada tuvalet bile yok.

Yemekleri de gayet yenilebilir ve güzel. Ama et ağırlıklı. Sebze, meyve çok az.

Çayı suda değil sütte demiyorlar. Hiç de fena değil tadı. Çok yüksek hayvan varlığına sahip bir ülke. Dolayısıyla kırmızı et ucuz. Önemli bir Müslüman nüfus var ama domuz eti çokça tüketiliyor. Koyun, at ve dana eti çok, tavuk az.

Turizmi daha yeni keşfediyorlar. Bu çerçevede, açık büfe yemek ilk yarım saatte bitiyor ve yenisi de gelmiyor. Ama sorarsanız yemek süresi 2 saatmiş.

Karakurum'da kaldığımız çadırların da olduğu otelimizin adını hatırlamıyorum. Ama zaten oradaki tek otel.

Ama doğrusu oraya gidecek olanlara çadırda kalmayı asla tavsiye etmem. O soğukta banyo yapmak da çok riskli.

 Karakurum'dan döndüğümüzde Ulaanbaatar'daki otelimize kavuşmak ve yıkanmak bizi çok mutlu etti.

 Bir gün sonra uçtuk Bayan Ulgii ye.

Oradaki çadırların içinde elektrik, su, tuvalet, lavabo yok.

40-50 metre uzaktaki ortak kullanımda olan tuvalet, lavabo, banyo var. Isınma soba ile. Bu nedenle de ya çok sıcak, ya da çok soğuk. Bunu önlemek için gece boyunca iki kez birileri çadırınıza giriyor ve soba yakıyor. Zaten çadırlarda kapı kilidi filan da yok.



Çadırlarımız genç bir karı-kocanın sahibi oldukları bir yer. Koca aslında bankacı adı da Nurbol. Karısı gayet güzel Türkçe konuşuyor, Nurcan. Bir de Nurcan'ın abisi var çalışan. Aile işletmesi. Yemekleri de kendileri yapıyorlar, servisi de. Yemeklerin de gayet güzel ve yeterli olduğunu yazmalıyım.

Bizi memnun etmek için çırpındılar.

İkinci gün, Rus yapımı 4x4 minibüslerimizle Altay Dağlarının içine ilk yolculuğumuzu yaptık. Yaklaşık 2000 metre rakımdaki devasa yaylaya iki saatte vardık. Yolun yarısından sonraki alanda yol da yoktu. Sürücü bataklık benzeri yolda, nereden gideceğine kendi karar veriyordu. Üç minibüsten birinin sürücüsü belki de bu nedenle yanlış karar verdi ve çamura saplandı. Ama bu gayet olağanmış...





Vardığımız çadır, bir Kazak ailenin çadırıydı.

Çevrede, inekler, koyunlar, yaklar, atlar serbest dolaşıyor.

Gayet güzel Türkçe konuşan büyük kızları Umut bizi çok şaşırttı. Türkçeyi internetten ve Türk tv dizilerinden öğrenmiş.

Yer sofrasında önce bir geleneksel, yiyecekler ikram ettiler. Derken sofraya bizim için kesilip pişirilmiş koyun geldi. Müthiş güzel lezzeti yer sofrasına yanaşamayan göbekliler tatmakla yetindiler; Misal, ben.

Dönüş geceye kaldığı için biraz tedirgindim, ama sürücüler gerçekten başarılıydı. Sıfır konforlu minibüsler de öyle. Ama yolda kara saplanmış, kaymış bir dolu araç da gördük.

Bir de gece karanlığında, yanındaki boş atlarıyla, ata binmiş ve eğere bağlı bastonununa koyduğu sağ kolunda Kartallarıyla giden adamlar gördük. O soğukta, karlı dağ yolunda, hayvan kürkü paltoları ve deri pantolonlarıyla...

Öğrendik ki, ertesi gün yapılacak Altın Kartal Festivali yarışmasına gidiyorlarmış!

Bu yolculukları iki gün sürenleri bile varmış.

Yanlarındaki boş atlarını da, diğer atı dinlendirmek için götürürlermiş.




Kartallarını çocukları gibi seviyor ve bakıyorlar. Şimdilerde yetişkin kartalı tuzakla yakalayıp alıkoymaları da varmış ama esasen onu biraz büyümüş yavruyken yuvadan alıp bakarlarmış. Zaten yarışmada o Kartalların en üst derecelerde yer aldığı görülüyor. Kartalı alışıncaya kadar kendileri besliyorlar ama sonradan avlanmaları için belli zamanlarda serbest bırakıyorlar. Yani vahşi yeteneklerini geliştirmelerini sağlıyorlar. Alınan bu yavru kartallar en çok 7 sene bakılıyor ve sonra doğal yaşamına bırakılıyor. Rivayete göre ara ara sahibini ziyarete gelirmiş.

Neticede çok güçlü ve vahşi bir hayvan Kartal. Bu nedenle sahibi dışındaki insanların yanında gözleri süslü bir gözlük ile kapatılıyor. Pençeleri bir insan eli büyüklüğünde ve tırnakları da neredeyse 10 cm. Çiğ et ile besleniyorlar.

Çok farklı, çok değişik bir Coğrafya değil mi?

Festivalin yapılacağı gün nihayet gelmişti. Ulgii den yaklaşık bir saatlik asfalt yol ile gittiğimiz yer devasa bir düzlük. Karlı Altay Dağlarının bir yaylası. Çevresi tamamen karlı yalçın kayalıklarla çevrili. Uzakta bir yerde minik bir göl de var. Ama orman yok. Rakım 2200 metre olarak ölçülüyor.


                                                                                             



Binlerce insan, yüzlerce araçla gelmişler.

Onlarca YURT çadırı kurulmuş. Yerel satıcılar ürünlerini yerlere yaymış, müşteri bekliyorlar. Yün ürünler revaçta.

En çok dikkat çekenler, Kartallarıyla atlarının üzerinde gururla gezen Kazak'lar. Dünyanın dört bir yanından insanlar var. Kameralar, dronlar, teleobjektifli fotoğraf makinaları, her şey hazır. Sıcaklık sıfırın hayli altında. Termoslarımıza doldurduğumuz sıcak suyla kahvelerimizi içiyoruz Bizim gibi Türkiye'den oraya çay götürenler de var bizim grupta.

Öğlene kadar konser kıvamında şarkılar, danslar sergileniyor.

Ve öğleden sonra beklenen yarışma başlıyor; Kartalının ve kendisinin kaydını resmen yaptıranlar, atlarıyla bir yerde bekliyorlar.




                                                             
Adı okunan yarışmacı alanın ortasına geliyor atıyla. Sonra Kartalının gözünü kapatıp, yine atıyla gelen yardımcısına veriyor. Yardımcı kartalı alıp, 2000 metre kadar uzakta ve yaklaşık 300 metre yüksekteki kayalık yere çıkıyor. Orada atından iniyor ve Kartalla bekliyor. Hakemler "bırak" talimatını verdiği anda gözünü açıp, Kartalı serbest bırakıyor. Aynı anda kronometre çalıştırılır. Aşağıdaki alanda atının üzerinde bekleyen sahibi, Kartalının tanıdığı çığlıklar atarak onu çağırıyor. Bu arada atıyla alanda koşup, sağ kolunu uzatıyor. Kartalı sahibinin çağrısını duyup, müthiş bir hızla geliyor ve koluna iniyor. En kısa sürede gelen Kartal birinci oluyor. Bu yarışmanın birinci etabı. Bu etapta birinci olan Kartal, sahibine 14 saniyede ulaştı.

Bazı kartallar ise çekip gidiyor, dolaşıyor. Bazen çok uzak bir yere konuyor. Hatta köpeğini yanında getiren izleyicilerden birinin köpeğine saldıranlar da oldu. Kırmızı renkli kıyafeti olan küçük çocuğa saldıran da oldu.

İkinci etap ertesi gün yapıldı. Önceden avlanmış ölü bir tavşanı uzunca bir ipe bağlı olarak yerde hızla sürükleyen yarışmacı, atının üzerinde. Yukarıdan serbest bırakılan Kartalını ava davet ediyor. Bir gündür aç olan Kartal, ava öyle bir hızla ve hedefini asla şaşırmadan öyle bir dalıyor ki, gerçekten görülmeye değer. Heyecanlanmamak elde değil.

Müthiş bir görsel ve doğal şölen.




Daha sonra ise Kukbar dedikleri, keçi derisini iki at üzerinde adamın çekiştirmesi yarışı vardı, atlarına ve kendi bedenlerine ne kadar hakim oldukları, bu yarışmada belli oluyor, atlar sanki kendi bedenlerinin bir parçası.

Tenge dedikleri hızla atla giderken yerden madeni para alma ve Kız-Kuar dedikleri kadın atlının erkek atlıları elinde kırbaçla kovalaması oyunlarını maalesef havanın çok soğumasından dolayı izleyemedik.

Gezi liderimiz, O gün akşam yemeği bir sürpriz yaptı gruba; Pamukkale Restoranda çok güzel Türk yemekleri yedik.

Denizli'den Abdullah bey ve kazak eşinin restoranında yemekler çok başarılıydı. Sohbetler, ikramlar çok güzeldi. Restoran da doluydu. Sonraki günlerde yaptığı otel, modern çadır, bungalov, ortak alanlar ve çok büyük kongre çadırında oluşan turizm yatırımını da gördük ve gurur duyduk.



Ulgii'de, festivalde Türkçe bilen konuştuğumuz bir çok insan oldu. Bunlardan biri de Türkçe öğreten bir özel okulun Müdür Yardımcısıydı. Bunu duyunca gerçekten çok şaşırdık ve tabii ki önce şüphelendik. Ama öğrendik ki bu okulun şüphelerimizle bir ilgisi yokmuş.

Kazak müdür yardımcısının davetiyle gittiğimiz okuldaki gençlerin karşılama töreni, çok duygulandırdı bizi. Tamam ne var, hepimiz ağladık.:=) Okulun şeref panosundaki iki fotoğraftan biri Cengiz han, öbürü Mustafa Kemal Atatürk idi.


                                                                           


Cengiz han fotoğrafının altında Moğolistan Bayrağı, Atatürk fotoğrafının altında Türk Bayrağı. Duvarlarda Atatürk' ün sözleri. Çocukların ellerinde Türkçe yazılmış yazılar, bayraklar...

En büyük hayalleri, Türkiye'de bir üniversiteyi kazanmak. Gayet güzel Türkçe konuşuyorlar. İstekleri olan Türkçe kitapları tabii ki göndereceğiz. Hatta üniversite okumak hakkını kazanıp gelenlere de ciddi destekler vereceğiz olanaklarımız ölçüsünde.

Okulda Türk öğretmen yok. Ama hemen tüm öğretmenler eksik gedik de olsa Türkçe konuşuyor.

Beni şaşırtan ise, dönüş için gittiğimiz Ulgii hava alanındaki kontuar görevlisi kadınla, bagaj alıcının aralarında Türkçe konuşmaları oldu. Nerede öğrendiniz Türkçeyi diye sorduğum soruya aldığım cevap ; Annemden,olunca özür dileyip konuyu kapattım.

Dönüşte gene Flower Hotel de yıkanıp rahatladık. THY nın 4,5 saatlik rötarlı kalkışı bile bizi hiç etkilemedi.

Gruptaki hanımefendilerin Kaşmir alışverişleri de izlenmeye değerdi doğrusu.


Bu olağanüstü geziyi bize sağladıkları için Ebru ve Temel Tacal'a ve grubumuzdaki herkese teşekkür ederiz.








Bu arada bendeki bu kareleri paylaşmadan edemeyeceğim :)












19 Kasım 2017 Pazar

MASAL ÜLKE ÖZBEKİSTAN

28 Ekim TASHKENT
Merhaba,
Özbekistan gezimize başlamadan önce size Türk Hava Yolları’nı şikayet etmek isterim. Sanki gezilesi görülesi bir yer değilmiş gibi, sadece bavul ticareti yapanlara uyarlanmış uçuş saatleri :
Istanbul – Tashkent : 23:50
Tashkent – Istanbul : 04:00
Evet protestomuzu yaptıktan sonra, gelelim gezimize. Bu geziyi ilk defa katıldığımız bir toplulukla yaptık. Birlik Gezen Dostlar (BDG), çok enteresan destinasyonlara, uygun fiyatlara ve entellektüel bir yaklaşımla hazırlıyor gezilerini, biz çok beğendik. 

Lokal saat 06:00’da Tashkent’e iniyoruz, ama otele giriş maalesef en erken 14:00’de.  O günü, uykulu, yorgun ve 28-30 dereceye çıkan hava sıcaklığının altında zar zor bitiriyoruz.
Neyse, güzel şeylerden bahsedelim, bizi karşılayan Özbek rehberimiz tabii ki çok iyi Türkçe konuşuyor, ve bizi ‘’ana yurdunuzdan ata yurdunuza hoşgeldiniz’’ cümlesi ile karşılıyor. Gerçekten insan bunu bir şekilde hissediyor, her ne kadar çok karışmış olsak da, ata yurt buralar. Bize ‘’siz göçebe biz yerleşik Türkleriz’’ diyor. Bu da çok doğru biz hala göçüyoruz, yerimizde duramıyoruz.
Bir önceki devlet başkanları İslam Kerimov, Turgut Özal ziyarete gittiğinde  ‘’ Atlarla gittiniz, uçakla geldiniz, çekik gözlü gittiniz çakır gözlü geldiniz’’ demiş, ne kadar doğru demiş.

Tashkent’in not alabildiğim kısa tarihi ise şöyle : İslam öncesi Firdevsi’nin Şahname’sine göre Chack bölgesi imiş, Chackkand diye geçiyormuş adı.
8 yy da müslüman arap istilasına uğramış,  gerçekten çok taşlık bir bölge olduğu için Taşkand denmiş ve 11 yy dan sonra da Cackkand – Tashkand – Tashkent’e evrilmiş.
Moğol istilasına uğramış olmasına rağmen, Timur zamanında kültür, eğitim ve ticari olarak çok gelişmiş, İpek Yolu’nun da katkıları ile.
Daha sonra sırasıyla Çarlık Rusyası ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hegemonyasına giren Taşkent, 2.Dünya Savaşı esnasında, batıdan Nazi istilasından kaçırılan birçok fabrika ve üretim tesislerinine evsahipliği yapmış ve 1950’lerde Rusya’nın mühendislik ve çalışmalarının yoğunlaştığı şehri olmuş, ta ki 1966 depremine kadar. Depremde çok hasar görmüş, tarihi dokusunun büyük kısmını kaybetmiş ve Sovyet mimarisine teslim olmuş.

Kaldığımız otel Rus Olimpiyatları için inşa edilmiş, bizim Adalet Saraylarımıza benzer bir bina idi, çok katlı, çok odalı, çok çirkin.
Rusya’nın dağılmasından sonra ise bağımsızlığın kazanan (1991) Özbekistan’ın başkenti olmuş.
Umarım sıkmadı bu kısa bilgilendirme. İlk gün o kadar yorgundum ki, pek not alamamışım, gezdiğimiz yerleri size nasıl anlatacağım bilemiyorum.

İsimlerini pek hatırlayamadığım türbe, medrese ve cami ziyaretlerimiz oldu sabahtan, hepsi çok güzeldi tabii ki, ama 15:00 gibi otele gidip 2 saat uyumak çok daha güzeldi.
Evet artık gözümüz açık gezmeye başlayabiliriz, ilk olarak Amir Timur Meydanı.  (Meydanlar çok görkemli gerçekten tam Sovyet ruhunu yansıtıyor, görkemli meydanlar, çok geniş caddeler ve parklar.) Bu meydan Sovyet zamanında  sırasıyla, ‘’Kızıl Meydan’’ – ‘’Lenin Meydanı’’ ve ‘’Puşkin Meydanı’’ olarak adlandırılmış, bağımsızlıktan sonra ise ‘’Amir Timur Meydanı’’




Buradan yürüyerek, ‘’Mustakillik Meydanı’’na geçiyoruz, Bağımsızlık Meydanı yani, buradan da 2.Dünya Savaşında ölen ve kaybolanlar adına yapılmış, gözü yaşlı anne anıtına geçiyoruz, önünde sürekli yanan bir alev var ve sağ tarafta ölenlerin isimleri ve hangi bölgeden olduklarına dair kitabeler
Okuyup, anlayabildiğimiz ‘’Sen daim kalbimizdesin ciğerim’’






cümlesi hepimizi etkiliyor.
Daha sonra metro istasyonlarını görmek istiyoruz, tabi 12 kişilik bir grup olarak metrodan inme binme rehberimizde biraz stres yaratıyor ama olsun, biz gayet zevk alıyoruz Özbek kardeşlerimizle metro seyahatinden.
Fotoğraf çekmenin yasak olduğu,  çarpıcı 3 metro istasyonu gördük
Cosmonotlar İstasyonu – Cam Süslemeli İstasyon – Mermer Süslemeli İstasyon (Moskova’daki metro istasyonlarını görmüş biri olarak, cam süslemeler beni çok etkiledi)
Veee yemek vakti sonunda geldi, burada yemekler bizim ağız tadımıza çok yakın, biraz fazla yağlı olmasına rağmen genelde sevdik, et ağırlıklı ve tabii ki pilav (özbek pilavı ve buhara pilavı), tatlıları çok hafif bizim baklavayı çok ağır buluyorlar örneğin. Eh ‘’Beyaz Güneş’’ vodkasını da hak ettik hani.
Yarın Buhara’ya uçuşumuz var erkenden ama oteldeki düğüne davet edilince bakmadan edemedik. Bizim zengin Anadolu düğünleri gibi, orkestra ve bir sürü davetli, gelin damat zorunlu dansta, ve Anadolu ezgileri duyar gibi oluyoruz müzikte.

29 Ekim BUHARA

Özbek Havayolları ile Taşkent –Buhara 1,5 saat uçuş, az değilmiş gerçekten. 

Buhara beni büyüleyen bir şehir oldu, ama şehri anlatmaya başlamadan önce, havalaanında 2 jumbo BAE uçağı ve apronda sayısız beyaz giysili araplardan bahsetmem lazım.
Rehberimiz, keşfettiler burayı diyor, önce dini bir geçmişi olduğu için zannediyorum, ama hayır, bu beyleri havaalanı apronunda ve dışında sayamadığım kadar son model jip bekliyor, sanırım hepsine bir tane düşüyor o kadar çok. Meğerse çöl avına, ceylan avına geliyorlarmış... 

Buhara kenti Özbekistan’ın belki de müslüman dünyasının dini merkezlerinden biri.
Kalan meydanı, ya da Kalan kompleksi, içinde barındırdığı cami medreselerle Unesco Dünya Mirası listesine girmiş.
Burada doğmuş ve yaşamış tıp bilginlerinden Ibni-Sina’nın (980’de doğmuş) öğretileri, 1700’lü yıllara kadar Batı’dan ders olarak okutuluyormuş.
Havaalanından şehre giderken yol üstünde ‘’Seyit Emir Külal’’ türbesi ve Nakişbendi müzesini ziyaret ediyoruz.Burada  dünyadaki en büyük orijinal Kuran’ı görüyoruz. Pazar ve hava güzel olduğundan oldukça kalabalık.
Halk gerçekten çok misafirperver, ve turistlere meraklı gözlerle bakmakla kalmayıp, neredensiniz, ne güzelsiniz, size ikram edelim, ve fotoğraf çektirelim gibi nidalarla yanımıza geliyorlar.




Öğlen, eski bir evden restore edilip butik restorana çevrilmiş bir yerde yemek yiyoruz, Buhara Pilavı, şahane. Yine etle tabii ki. Bir de önden çok yağlı ama çok lezzetli bir çorba geliyor, yanında yoğurt ile, yoğurdu çorbaya ilave etmemiz gerekiyormuş, o ağırlığını alması için gerçekten çok güzel bir tat oluyor.



Yemekten sonra  İsmail Samani Medresesi, Buhara kalesi ve Poy Kalan meydanında Kalan Minare, Kalan Camii ve Mir-i Arab Medresesini ziyaret ediyoruz. Buraları anlatmak için kelimelerin yeterli olmadığını düşünüyorum, o kadar ruhani ve güzel ki.

Yukarıya doğru incelerek 45,5 metre yükselen Kalan Minaret, sadece ezan okunması için değil, düzlük çölden gelenlere yol gösterici ışığı, daha doğrusu alevi ile bir nevi fener görevini de görürmüş, zamanında. Bunun yanında ölüm cezaları da minareden aşağıya atılarak infaz edilirmiş.



Kalan Camii ise gördüğüm en büyük cami, hem avlusu hem de içi insana Kordoba camiini anımsatıyor, muhteşem bir mihrabı var. Avlusu ile birlikte, 12.000 kişi alabiliyor.
Karşısındaki Mir-i Arab medresesi halen eğitim verilen bir yer, 1500'lerden kalma o şahane yapıların içinde eğitim almak ne kadar ayrıcalıklı bir duygudur, kimbilir. Tabii eğitim devam ettiği için bizi içeri almıyorlar.
Aralarda rehberimiz bize alışveriş zamanı veriyor, her yerde İpek, Suzani ve seramik satışı var, renk cümbüşü adeta. Burası da Türkiye gibi pazarlık yapılabilen bir yer.
 Artık otelimize yerleşip, hemen çıkıp yemek yemek zamanı, hava kararıyor, Leb-i Hovuz etrafındaki restoranlardan birinde yemek yiyoruz. Daha sonra kahve içmek için gittiğimiz açık hava kahvehanesinde Türk olduğumuz öğrenip Tarkan çalıyorlar. Biz de sanki her Tarkan duyduğumuz da kalkar oynarmışız gibi kalkıp oynuyoruz, iyi mi?





Bu arada Nasreddin Hoca ile burada da karşılaşıyoruz, tabii bu Özbek Nasrettin hoca ve eşeğine düz biniyor.
Yorgun ve mutlu bir şekilde otelimize gidip uyuyoruz.

30 Ekim BUHARA


Ertesi gün yine Buhara’da Char Minar, dört minareli medrese ve Buhara Emirinin yazlık sarayını ziyaret edip, öğlen yemeğinden sonra otobüsle Semerkant’a yola çıkıyoruz.
Yollar oldukça kötü, gidiş geliş ve delik deşik, bizim 30-40 yıl önceki şehirlerarası yollarımızı hatırlatıyor, bizi rahatsız etmeden sürmeye çalışan ve çok gelişmiş bir bebeğe benzeyen şöförümüze rağmen, uyuyamıyoruz.



31 Ekim SEMERKANT

Tarihi Mesolitik Çağa kadar inen şehire o dönemler Afrasiyab, Büyük İskender (Helenistik) döneminde Marakanda ve en son Semerlikand adı konmuş, şehir gerçekten de yükseklikler arasında bir semer şeklinde dümdüz bir ovada.
Sırası ile , M.Ö. 12-7 yy (mesolitik çağ), Helenistik dönem (B.İskender), Pers İstilası, Moğol İstilası (Cengiz Han), Timur İmparatorluğu, Özbek Göçerler Dönemi, Çarlık Rusyası, Sovyetler Birliği ve son olarak bağımsız Özbekistan.
İlk olarak Timur’un türbesini ziyaret ediyoruz. Beni bu kadar etkileyen bir türbe, daha doğrusu yapı olmamıştı desem bilmem abartır mıyım?  Bana olağanüstü güzellikte geldi, yapısı, süslemeleri ve hikayesi.


Torunu Muhammed Sultan Mirza’nın Ankara savaşında ölmesi, Timur’u çok üzmüş ve torunu için  türbenin inşa edilmesini emir vermiş.  Bir sene kadar süren inşaatın sonlarına doğru Timur’da ölünce torunu ile yanyana defnedilmiş. Daha sonra bir nevi aile kabristanlığına dönüşmüş. Kabristana kendi hükümdarlığı döneminde gözü gibi bakan Uluğ Bey’de aynı yerde defnedilmiş. Aileden olmayan tek kişi Timur’un hocası Nur Seyid Bereke.

Bu muhteşem yapıdan sonra Registan  (Reg =Kum / İstan=Alan)Meydanına gidiyoruz. Burası eskiden kervanların konaklama alanı imiş.
Uluğ Bey Mederesesi, Tilya Kori Medresesi ve Sherdor Medresesi ile çevrelenmiş olan alan yine şahane bir mimari sergiliyor, medresenin yanındaki caminin eğik minare ise sanki ilk rüzgarda yıkılacak gibi..

Daha sonra alışveriş için pazaryerine geçiyoruz, yakınında Bibi Hatun Camii var (Timur’un eşi, first lady adına yapılmış yani)
Pazaryerine yakın bir yerde yemek yiyoruz, yine çok lezzetli, yine çok etli, yine çok fazla yiyoruz.
Daha sonra 12 yy ait ‘’Şahı Zinda’’ İslam Yapıtları Kompleksini ziyaret ediyoruz, İlter burda isyan ediyor ve bizi kompleksin girişinde oturarak bekliyor. Evet yüksek basamakları olan merdivenlerle çıkılan ve uzun bir yolun her iki tarafında inşa edilmiş güzel yapıları seyrederek, yine bir rüyadaymışız gibi geziyoruz.
Uluğ Bey rasathanesine varabildiğimizde hava kararmak üzere, üstüne bir de elektrikler kesiliyor ve mecburen rasathane gezisini ertesi güne bırakarak otelimize dönüyoruz.
Bu arada Semerkant’taki ilk günümüzü tam bir kum deryası içinde geçiriyoruz, çöl kumu şehrin üzerinde öyle bir oturmuş ki, güneş bembeyaz görünüyor.  İlk gün içtiğimiz ‘’Beyaz Güneş’’ vodkasının ismini nereden aldığını anlıyoruz. 
Hassas olan arkadaşlarımız gerçekten rahatsız oluyor, çünkü kumu neredeyse ağzımızda çıtır çıtır hissediyoruz.

1 Kasım SEMERKANT

Özbekistan’da son günümüz, ilk olarak yarım kalmış Uluğ Bey rasathanesi ziyaretimizi yapıyoruz. Anlaşılan iyi bir hükümdar olmasa da (fethetme güdüsü olmadığı için bu söyleniyor sanırım), astronomi konusunda tarihe geçen gözlem ve eserleri olan bir bilim adamı, Uluğ Bey.

Medrese inşaatı biter bitmez, rasathane inşaatına emir vermiş ve bu rasathaneden yapılan gözlemler  12 yılda bitirilebilmiş. Gök yüzü haritasını çıkarmakla kalmayıp, yıldız kataloğu Zeycini oluşturmuş. Dünyanın güneş etrafında dönüşünü 1 dakika 2 saniye hata ile hesaplayan Uluğ Bey (1440), bunu Kopernik’ten(1540) tam 100 yıl önce bulmuş. Eserleri batıda yıllarca okutulmuş.

İnsan 30 metre çaplı sekstantı görünce gözlerine inanamıyor.
Ayın kraterlerinden birine Ulugbeg adı verilmiş Uluslararası Astronomi Derneği tarafından.

Bu 3 katlı rasathane, Ulug Bey oğlu tarafından öldürülür öldürülmez, fanatikler tarafından yıkılmış ve 1908 yılında Rus arkeologların kazılarına kadar da bir nevi unutulmuş.
İnsanı hayretlere düşüren rasathane müzesinden sonra, son olarak Saint Daniel (?) Türbesini de ziyaret edip, Türkiye’ye dönmek üzere, otobüsümüz ile Tashkent havaalanına hareket ediyoruz.

Bu geziden bende kalanlar ;

 Özbek insanı çok  sıcak ve misafirperver,  şehirleri  çok temiz, dinlerine düşkünler ama taassup yok, alfabelerinde X yerine H ve G yerine K koyabildikten sonra okuyup anlayabileceğimiz bir dil, yemekleri çok lezzetli,  Suzaniler gerçekten birer sanat eseri, yaşanması zor ama görülmesi gereken bir masal ülkesi. 

Bu arada tabii ki bizim bu geziyi yapmamızı sağlayan Dr.Erhan Ateş'e, Ozbekistan'da otel  ulaşım ve yemeklerimizi ayarlayan UZIN firmasına, rehberimiz Hursand'a ve şeker şöförümüz Şir Ali'ye binlerce teşekkürler.








Gözüme takılan Özbek insanları ve renkleri...











Bir sonraki gezide görüşmek üzere ...