19 Kasım 2017 Pazar

MASAL ÜLKE ÖZBEKİSTAN

28 Ekim TASHKENT
Merhaba,
Özbekistan gezimize başlamadan önce size Türk Hava Yolları’nı şikayet etmek isterim. Sanki gezilesi görülesi bir yer değilmiş gibi, sadece bavul ticareti yapanlara uyarlanmış uçuş saatleri :
Istanbul – Tashkent : 23:50
Tashkent – Istanbul : 04:00
Evet protestomuzu yaptıktan sonra, gelelim gezimize. Bu geziyi ilk defa katıldığımız bir toplulukla yaptık. Birlik Gezen Dostlar (BDG), çok enteresan destinasyonlara, uygun fiyatlara ve entellektüel bir yaklaşımla hazırlıyor gezilerini, biz çok beğendik. 

Lokal saat 06:00’da Tashkent’e iniyoruz, ama otele giriş maalesef en erken 14:00’de.  O günü, uykulu, yorgun ve 28-30 dereceye çıkan hava sıcaklığının altında zar zor bitiriyoruz.
Neyse, güzel şeylerden bahsedelim, bizi karşılayan Özbek rehberimiz tabii ki çok iyi Türkçe konuşuyor, ve bizi ‘’ana yurdunuzdan ata yurdunuza hoşgeldiniz’’ cümlesi ile karşılıyor. Gerçekten insan bunu bir şekilde hissediyor, her ne kadar çok karışmış olsak da, ata yurt buralar. Bize ‘’siz göçebe biz yerleşik Türkleriz’’ diyor. Bu da çok doğru biz hala göçüyoruz, yerimizde duramıyoruz.
Bir önceki devlet başkanları İslam Kerimov, Turgut Özal ziyarete gittiğinde  ‘’ Atlarla gittiniz, uçakla geldiniz, çekik gözlü gittiniz çakır gözlü geldiniz’’ demiş, ne kadar doğru demiş.

Tashkent’in not alabildiğim kısa tarihi ise şöyle : İslam öncesi Firdevsi’nin Şahname’sine göre Chack bölgesi imiş, Chackkand diye geçiyormuş adı.
8 yy da müslüman arap istilasına uğramış,  gerçekten çok taşlık bir bölge olduğu için Taşkand denmiş ve 11 yy dan sonra da Cackkand – Tashkand – Tashkent’e evrilmiş.
Moğol istilasına uğramış olmasına rağmen, Timur zamanında kültür, eğitim ve ticari olarak çok gelişmiş, İpek Yolu’nun da katkıları ile.
Daha sonra sırasıyla Çarlık Rusyası ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hegemonyasına giren Taşkent, 2.Dünya Savaşı esnasında, batıdan Nazi istilasından kaçırılan birçok fabrika ve üretim tesislerinine evsahipliği yapmış ve 1950’lerde Rusya’nın mühendislik ve çalışmalarının yoğunlaştığı şehri olmuş, ta ki 1966 depremine kadar. Depremde çok hasar görmüş, tarihi dokusunun büyük kısmını kaybetmiş ve Sovyet mimarisine teslim olmuş.

Kaldığımız otel Rus Olimpiyatları için inşa edilmiş, bizim Adalet Saraylarımıza benzer bir bina idi, çok katlı, çok odalı, çok çirkin.
Rusya’nın dağılmasından sonra ise bağımsızlığın kazanan (1991) Özbekistan’ın başkenti olmuş.
Umarım sıkmadı bu kısa bilgilendirme. İlk gün o kadar yorgundum ki, pek not alamamışım, gezdiğimiz yerleri size nasıl anlatacağım bilemiyorum.

İsimlerini pek hatırlayamadığım türbe, medrese ve cami ziyaretlerimiz oldu sabahtan, hepsi çok güzeldi tabii ki, ama 15:00 gibi otele gidip 2 saat uyumak çok daha güzeldi.
Evet artık gözümüz açık gezmeye başlayabiliriz, ilk olarak Amir Timur Meydanı.  (Meydanlar çok görkemli gerçekten tam Sovyet ruhunu yansıtıyor, görkemli meydanlar, çok geniş caddeler ve parklar.) Bu meydan Sovyet zamanında  sırasıyla, ‘’Kızıl Meydan’’ – ‘’Lenin Meydanı’’ ve ‘’Puşkin Meydanı’’ olarak adlandırılmış, bağımsızlıktan sonra ise ‘’Amir Timur Meydanı’’




Buradan yürüyerek, ‘’Mustakillik Meydanı’’na geçiyoruz, Bağımsızlık Meydanı yani, buradan da 2.Dünya Savaşında ölen ve kaybolanlar adına yapılmış, gözü yaşlı anne anıtına geçiyoruz, önünde sürekli yanan bir alev var ve sağ tarafta ölenlerin isimleri ve hangi bölgeden olduklarına dair kitabeler
Okuyup, anlayabildiğimiz ‘’Sen daim kalbimizdesin ciğerim’’






cümlesi hepimizi etkiliyor.
Daha sonra metro istasyonlarını görmek istiyoruz, tabi 12 kişilik bir grup olarak metrodan inme binme rehberimizde biraz stres yaratıyor ama olsun, biz gayet zevk alıyoruz Özbek kardeşlerimizle metro seyahatinden.
Fotoğraf çekmenin yasak olduğu,  çarpıcı 3 metro istasyonu gördük
Cosmonotlar İstasyonu – Cam Süslemeli İstasyon – Mermer Süslemeli İstasyon (Moskova’daki metro istasyonlarını görmüş biri olarak, cam süslemeler beni çok etkiledi)
Veee yemek vakti sonunda geldi, burada yemekler bizim ağız tadımıza çok yakın, biraz fazla yağlı olmasına rağmen genelde sevdik, et ağırlıklı ve tabii ki pilav (özbek pilavı ve buhara pilavı), tatlıları çok hafif bizim baklavayı çok ağır buluyorlar örneğin. Eh ‘’Beyaz Güneş’’ vodkasını da hak ettik hani.
Yarın Buhara’ya uçuşumuz var erkenden ama oteldeki düğüne davet edilince bakmadan edemedik. Bizim zengin Anadolu düğünleri gibi, orkestra ve bir sürü davetli, gelin damat zorunlu dansta, ve Anadolu ezgileri duyar gibi oluyoruz müzikte.

29 Ekim BUHARA

Özbek Havayolları ile Taşkent –Buhara 1,5 saat uçuş, az değilmiş gerçekten. 

Buhara beni büyüleyen bir şehir oldu, ama şehri anlatmaya başlamadan önce, havalaanında 2 jumbo BAE uçağı ve apronda sayısız beyaz giysili araplardan bahsetmem lazım.
Rehberimiz, keşfettiler burayı diyor, önce dini bir geçmişi olduğu için zannediyorum, ama hayır, bu beyleri havaalanı apronunda ve dışında sayamadığım kadar son model jip bekliyor, sanırım hepsine bir tane düşüyor o kadar çok. Meğerse çöl avına, ceylan avına geliyorlarmış... 

Buhara kenti Özbekistan’ın belki de müslüman dünyasının dini merkezlerinden biri.
Kalan meydanı, ya da Kalan kompleksi, içinde barındırdığı cami medreselerle Unesco Dünya Mirası listesine girmiş.
Burada doğmuş ve yaşamış tıp bilginlerinden Ibni-Sina’nın (980’de doğmuş) öğretileri, 1700’lü yıllara kadar Batı’dan ders olarak okutuluyormuş.
Havaalanından şehre giderken yol üstünde ‘’Seyit Emir Külal’’ türbesi ve Nakişbendi müzesini ziyaret ediyoruz.Burada  dünyadaki en büyük orijinal Kuran’ı görüyoruz. Pazar ve hava güzel olduğundan oldukça kalabalık.
Halk gerçekten çok misafirperver, ve turistlere meraklı gözlerle bakmakla kalmayıp, neredensiniz, ne güzelsiniz, size ikram edelim, ve fotoğraf çektirelim gibi nidalarla yanımıza geliyorlar.




Öğlen, eski bir evden restore edilip butik restorana çevrilmiş bir yerde yemek yiyoruz, Buhara Pilavı, şahane. Yine etle tabii ki. Bir de önden çok yağlı ama çok lezzetli bir çorba geliyor, yanında yoğurt ile, yoğurdu çorbaya ilave etmemiz gerekiyormuş, o ağırlığını alması için gerçekten çok güzel bir tat oluyor.



Yemekten sonra  İsmail Samani Medresesi, Buhara kalesi ve Poy Kalan meydanında Kalan Minare, Kalan Camii ve Mir-i Arab Medresesini ziyaret ediyoruz. Buraları anlatmak için kelimelerin yeterli olmadığını düşünüyorum, o kadar ruhani ve güzel ki.

Yukarıya doğru incelerek 45,5 metre yükselen Kalan Minaret, sadece ezan okunması için değil, düzlük çölden gelenlere yol gösterici ışığı, daha doğrusu alevi ile bir nevi fener görevini de görürmüş, zamanında. Bunun yanında ölüm cezaları da minareden aşağıya atılarak infaz edilirmiş.



Kalan Camii ise gördüğüm en büyük cami, hem avlusu hem de içi insana Kordoba camiini anımsatıyor, muhteşem bir mihrabı var. Avlusu ile birlikte, 12.000 kişi alabiliyor.
Karşısındaki Mir-i Arab medresesi halen eğitim verilen bir yer, 1500'lerden kalma o şahane yapıların içinde eğitim almak ne kadar ayrıcalıklı bir duygudur, kimbilir. Tabii eğitim devam ettiği için bizi içeri almıyorlar.
Aralarda rehberimiz bize alışveriş zamanı veriyor, her yerde İpek, Suzani ve seramik satışı var, renk cümbüşü adeta. Burası da Türkiye gibi pazarlık yapılabilen bir yer.
 Artık otelimize yerleşip, hemen çıkıp yemek yemek zamanı, hava kararıyor, Leb-i Hovuz etrafındaki restoranlardan birinde yemek yiyoruz. Daha sonra kahve içmek için gittiğimiz açık hava kahvehanesinde Türk olduğumuz öğrenip Tarkan çalıyorlar. Biz de sanki her Tarkan duyduğumuz da kalkar oynarmışız gibi kalkıp oynuyoruz, iyi mi?





Bu arada Nasreddin Hoca ile burada da karşılaşıyoruz, tabii bu Özbek Nasrettin hoca ve eşeğine düz biniyor.
Yorgun ve mutlu bir şekilde otelimize gidip uyuyoruz.

30 Ekim BUHARA


Ertesi gün yine Buhara’da Char Minar, dört minareli medrese ve Buhara Emirinin yazlık sarayını ziyaret edip, öğlen yemeğinden sonra otobüsle Semerkant’a yola çıkıyoruz.
Yollar oldukça kötü, gidiş geliş ve delik deşik, bizim 30-40 yıl önceki şehirlerarası yollarımızı hatırlatıyor, bizi rahatsız etmeden sürmeye çalışan ve çok gelişmiş bir bebeğe benzeyen şöförümüze rağmen, uyuyamıyoruz.



31 Ekim SEMERKANT

Tarihi Mesolitik Çağa kadar inen şehire o dönemler Afrasiyab, Büyük İskender (Helenistik) döneminde Marakanda ve en son Semerlikand adı konmuş, şehir gerçekten de yükseklikler arasında bir semer şeklinde dümdüz bir ovada.
Sırası ile , M.Ö. 12-7 yy (mesolitik çağ), Helenistik dönem (B.İskender), Pers İstilası, Moğol İstilası (Cengiz Han), Timur İmparatorluğu, Özbek Göçerler Dönemi, Çarlık Rusyası, Sovyetler Birliği ve son olarak bağımsız Özbekistan.
İlk olarak Timur’un türbesini ziyaret ediyoruz. Beni bu kadar etkileyen bir türbe, daha doğrusu yapı olmamıştı desem bilmem abartır mıyım?  Bana olağanüstü güzellikte geldi, yapısı, süslemeleri ve hikayesi.


Torunu Muhammed Sultan Mirza’nın Ankara savaşında ölmesi, Timur’u çok üzmüş ve torunu için  türbenin inşa edilmesini emir vermiş.  Bir sene kadar süren inşaatın sonlarına doğru Timur’da ölünce torunu ile yanyana defnedilmiş. Daha sonra bir nevi aile kabristanlığına dönüşmüş. Kabristana kendi hükümdarlığı döneminde gözü gibi bakan Uluğ Bey’de aynı yerde defnedilmiş. Aileden olmayan tek kişi Timur’un hocası Nur Seyid Bereke.

Bu muhteşem yapıdan sonra Registan  (Reg =Kum / İstan=Alan)Meydanına gidiyoruz. Burası eskiden kervanların konaklama alanı imiş.
Uluğ Bey Mederesesi, Tilya Kori Medresesi ve Sherdor Medresesi ile çevrelenmiş olan alan yine şahane bir mimari sergiliyor, medresenin yanındaki caminin eğik minare ise sanki ilk rüzgarda yıkılacak gibi..

Daha sonra alışveriş için pazaryerine geçiyoruz, yakınında Bibi Hatun Camii var (Timur’un eşi, first lady adına yapılmış yani)
Pazaryerine yakın bir yerde yemek yiyoruz, yine çok lezzetli, yine çok etli, yine çok fazla yiyoruz.
Daha sonra 12 yy ait ‘’Şahı Zinda’’ İslam Yapıtları Kompleksini ziyaret ediyoruz, İlter burda isyan ediyor ve bizi kompleksin girişinde oturarak bekliyor. Evet yüksek basamakları olan merdivenlerle çıkılan ve uzun bir yolun her iki tarafında inşa edilmiş güzel yapıları seyrederek, yine bir rüyadaymışız gibi geziyoruz.
Uluğ Bey rasathanesine varabildiğimizde hava kararmak üzere, üstüne bir de elektrikler kesiliyor ve mecburen rasathane gezisini ertesi güne bırakarak otelimize dönüyoruz.
Bu arada Semerkant’taki ilk günümüzü tam bir kum deryası içinde geçiriyoruz, çöl kumu şehrin üzerinde öyle bir oturmuş ki, güneş bembeyaz görünüyor.  İlk gün içtiğimiz ‘’Beyaz Güneş’’ vodkasının ismini nereden aldığını anlıyoruz. 
Hassas olan arkadaşlarımız gerçekten rahatsız oluyor, çünkü kumu neredeyse ağzımızda çıtır çıtır hissediyoruz.

1 Kasım SEMERKANT

Özbekistan’da son günümüz, ilk olarak yarım kalmış Uluğ Bey rasathanesi ziyaretimizi yapıyoruz. Anlaşılan iyi bir hükümdar olmasa da (fethetme güdüsü olmadığı için bu söyleniyor sanırım), astronomi konusunda tarihe geçen gözlem ve eserleri olan bir bilim adamı, Uluğ Bey.

Medrese inşaatı biter bitmez, rasathane inşaatına emir vermiş ve bu rasathaneden yapılan gözlemler  12 yılda bitirilebilmiş. Gök yüzü haritasını çıkarmakla kalmayıp, yıldız kataloğu Zeycini oluşturmuş. Dünyanın güneş etrafında dönüşünü 1 dakika 2 saniye hata ile hesaplayan Uluğ Bey (1440), bunu Kopernik’ten(1540) tam 100 yıl önce bulmuş. Eserleri batıda yıllarca okutulmuş.

İnsan 30 metre çaplı sekstantı görünce gözlerine inanamıyor.
Ayın kraterlerinden birine Ulugbeg adı verilmiş Uluslararası Astronomi Derneği tarafından.

Bu 3 katlı rasathane, Ulug Bey oğlu tarafından öldürülür öldürülmez, fanatikler tarafından yıkılmış ve 1908 yılında Rus arkeologların kazılarına kadar da bir nevi unutulmuş.
İnsanı hayretlere düşüren rasathane müzesinden sonra, son olarak Saint Daniel (?) Türbesini de ziyaret edip, Türkiye’ye dönmek üzere, otobüsümüz ile Tashkent havaalanına hareket ediyoruz.

Bu geziden bende kalanlar ;

 Özbek insanı çok  sıcak ve misafirperver,  şehirleri  çok temiz, dinlerine düşkünler ama taassup yok, alfabelerinde X yerine H ve G yerine K koyabildikten sonra okuyup anlayabileceğimiz bir dil, yemekleri çok lezzetli,  Suzaniler gerçekten birer sanat eseri, yaşanması zor ama görülmesi gereken bir masal ülkesi. 

Bu arada tabii ki bizim bu geziyi yapmamızı sağlayan Dr.Erhan Ateş'e, Ozbekistan'da otel  ulaşım ve yemeklerimizi ayarlayan UZIN firmasına, rehberimiz Hursand'a ve şeker şöförümüz Şir Ali'ye binlerce teşekkürler.








Gözüme takılan Özbek insanları ve renkleri...











Bir sonraki gezide görüşmek üzere ...

27 Ağustos 2017 Pazar

İSVEÇ - NORVEÇ



18 Temmuz 2017 İstanbul – Stockholm
Evet nerde kalmıştık,  arada  Slovakya – Çek Cumhuriyeti – Avusturya ve Macaristan’dan oluşan orta Avrupa gezisi ile Çin gezimizi atlamışız, ama belki ilerde zaman bulup onları da yazarız. Şimdi gelelim İsveç – Norveç turumuza .
Havaalanlarında vakit geçirmeyi, alış veriş etmeyi sevdiğimiz için 14:30 kalkışlı uçağımız için biraz erken de olsa 09:00 civarı evden çıktık, iyi ki de çıkmışız nerdeyse uçağı kaçırıyorduk. Istanbul’un ilk tufanına rastladık, Avrasya Tüneli’ni biz geçtikten sonra, tünel kapandı, alt geçitlerde sular altında kalıyorduk, neyse şansımız varmış uçağa yetiştik.
Rahat bir uçuş ve 17:30 lokal saatle Stockholm’e indik. İner inmez hava alanından birer Stockholm Pass (tüm şehir turları ve müzelerde geçerli), ve toplu taşımacılıkta bir hafta geçerli Access kart aldık. Kesinlikle tavsiye ediyorum, çünkü Stockholm her açıdan oldukça pahalı bir şehir ve biz 3 gün kalmamıza rağmen hem toplu taşıma, hem de ziyaret ettiğim yerlerin giriş fiyatları, karta ödediğimiz fiyatın kat kat üzerinde.
Toplu taşıma ile Air B&B’den kiraladığımız eve ulaşmaya çalıştık elimizde bavullarla, hiç kolay olmadı, metroda raylar tamir edildiği için şehir sakinleri bile tam bilemiyor nerden ne aktarma yapılması gerektiğini
Saat 19:30 gibi evimize ulaştık, ev sahibemiz hayli beklediği için oldukça sabırsız, ama şahane bir kadın. Bombardier’de çalışan bir elektronik mühendisi, Türkiye’de Adana, Ankara, İzmir ve Istanbul’daki raylı sistemlerin güvenlik yazılımlarının kontrolünü yapiyor. Bilmediğimiz Türk baharat karışımlarından Yeni Rakı’ya kadar var evde. Bir yandaki bloğun altında da yiyecek alışveriş mağazası var daha ne isteriz. Alış verişimizi yapıp birşeyler atıştırıp uyuduk tabii.


19 Temmuz - Stockholm

Evin konumu şehir merkezi ‘’Gamla Stan’’ – Old Town’a yürüme mesafesinde. Ev sahibemizin tavsiyesi üzerine evin hemen arkasındaki tepeye tırmanınca da çok güzel panoramik bir görüntü var
Her ilk gittiğimiz şehirde yaptığımız gibi ilk günümüzü Stockholm pass kartımızı kullanarak  ‘Under the Bridges of Stockholm’  bot turu ve Hop on Hop off tüm şehir turu yaptık. 14 adadan ve 50 civarı köprüden oluşan bir şehirde tekne turu güzel oluyor tabii ki, bu arada şehrin bir tarafı göl bir tarafı deniz. Buzul çağında buralar tamamen buzla kaplı imiş, nefes alamayan bir canlı gibi düşünün diye anlattılar,  buzul çağı geçtiğinde adeta deriiin bir nefes almış ve sudan granit kayalar çıkmaya başlamış. Şehrin her yerinde görünüyor granitler, bu nefes alış önümüzdeki 10.000 yıl da devam edecekmiş, ve sonunda, buzul çağı ile sona erdiği zaman arasında kara 400 metre yükselmiş olacakmış. Şu an bile sanırım 90 – 100 metre yükselmiş durumda. Bunun haricinde tabii ki nasıl da Viking oldukları, Amerika’yı esasında Viking’lerin bulduğunu (sanırım bu Obama tarafından Viking Day olarak onaylanmış), Stockholm Sendromu’nun hikayesini dinleye dinleye gezdik tüm gün.








20  Temmuz  - Stockholm

Metro ray tamiratı yüzünden arap saçına dönmüş metro geçişlerini iyice anlayıp, ezbere almak için sabahtan bir ‘central Station’a gidip döndük, ne olur ne olmaz, erken saatte Oslo treni kaçırırız falan 
Öğleden sonra ise tekne ile Kraliyet ailesinin yaşadığı ‘Drottningholm Palace’a gidiyoruz.  Dünya Mirasları içinde olan bu saray gerçekten görülmeye değer. Lovön adası üzerinde ve gezmekle bitmeye bir bahçeye sahip. Bahçenin içinde bir tiyatro ve ‘Chinese Pavillion’ var.






Hem burada hem de sarayın içinde gezerken Çinde yapılmış  görünümlü bir çok eşyanın esasında Fransa veya İtalya’da yapılıp, krala hediye edildiğini öğrendik. Uzak Doğu’ya duyulan hayranlık ve ulaşılamamazlıktan, bu çakma çin mallarının üzerinde komik hatalar oluşmuş. Örneğin Çin’de yetişmeyen, Akdeniz ağaçları var bir çini sobanın desenlerinde. Sarayı koruyan askerlerin içinde kadın asker de var ve çok şık duruyor gerçekten.


Kraliyet ailesi sarayın güney bölümünde yaşıyor, kuzey bölümünü de para karşılığı gezebiliyorsunuz. Sarayda çok güzel portreler, resimler ve goblenler var.  Hiç bu kadar büyük boyutta goblen görmemiştim hayatımda.

Duvarları süsleyen yağlı boya resimlerde, o dönemin tüm kralları,  İsveç’i kuran ve sonradan bir cinayete kurban giden 3.Gustav’dan, kendini yemek yiyerek çatlatarak öldüren Kral Adolf Frederick hatta, bizim Sultan Abdülhamit bile var.
Yine tekne ile merkeze dönüyoruz ve günün son ziyaretini Nobel Müze’sine yapıyoruz. Türk olduğumuz anlar anlamaz, Orhan Pamuk’u tanıyıp tanımadığımızı soruyorlar. 2 gün önce orda imiş. Bizi esas gururlandıran Aziz Sancar’ın adını orada görmek oldu.

21 Temmuz Stockholm
Stockholm’de son günümüz, erkenden çıktık, ilk durak ‘Gröna Lund Tivoli’ . (Stockholm Pass ile ücretsiz girdik) Hayatımda gördüğüm en büyük ve en zengin lunapark. Gençlerin çığlık çığlığa 80 metreden serbest düşme yaptıkları aletlerden, seyrederken bile dehşete düşüren roller coaster’lar.  Kendine güvenen denesin. Burada dünyaca ünlü sanatçılar konserler de veriyormuş.

Oradan çıkıp, yürüme mesafesinde olan, ‘Skansen’, dünyanın ilk açık hava müzesine gidiyoruz. 300.000 metrekarelik bir alan (şehrin içi inanır mısınız?) ve İsveç her bölgesinden getirilmiş orijinal evler, okullar, çiftlikler burada sizi tarihin derinliklerine götürüyor.  1800’lerdeki bir okula girip ders dinleyebiliyorsunuz mesela. Ya da bir evin içine girip, o tarihteki kostümlü ev sahipleri ile, tuvaletsiz nasıl yaşadıklarını, nasıl ısındıklarını ve neler yediklerini konuşuyorsunuz.

Aynı alanın içinde bir de hayvanat bahçesi var, tüm hayvanların yanında tabii ki en ilginçleri Nordic Hayvanlar, ayı, kurt, vaşak, koca boynuzlu geyik.
Yürümekten yorulduk ve çıktığımız kapının az ilersinde çok şık bir restoran gördük, yeme içme pahalı, burası eni konu pahalıdır dedik ama Stockholm’de son gün hovardalığı daldık içeri. Tabii ki şık İsveçlilerin oturduğu yere değil, turistleri topladıkları arkalarda bir yere oturtulduk. Nefis bir deniz ürünleri yemeği ve beyaz şarapla kendimizi şımarttık. Ne yazık ki restoranın adını hatırlayamıyorum.  İşte size Viking :)

Yine şehrin içinde müzeler bölgesindeyiz, ilk olarak Viking Müzesine girdik, biraz zorlama bir müze ama enteresan bilgiler ediniyorsun, Vikingler dizisinden çok isim, ve şahıslarla karşılaştık.



Daha sonra da Kral 3.Gustav’ın yaptırdığı ama büyük olması için  fizik kurallarının hiçe sayıldığı ‘VASA’ gemisinin müzesine girdik. Gemi tüm düşmanları korkutmak amaçlı, zamanının en büyük gemisi olarak inşa edilmiş.  Geminin bitimine yakın, inşa edenlerden bazıları hatalarını görmüşler ama sıkıysa krala bu gemi yüzmez de. Korkudan kimse bir şey diyemeyince, gemi suya indikten 16 dakika sonra hafif bir rüzgar esişi ile yan yatmış ve sulara gömülmüş 1628 yılında.

Tekrar çıkarılışı ise 1961 ve gemiye uygun bina inşa edilip müze haline getirilmiş. Geminin restorasyonu da yaklaşık 50 yıl sürmüş, aslına uygun halde ziyarete açık ve inanın nasıl para kazandırıyor İsveç’e.  Bodrum’daki ‘’Su Altı Müzesi’’ni niye böyle satamıyoruz diye insanın  içi burkuluyor.

22 Temmuz – Oslo
10:35 treni ile Oslo’ya hareket ediyoruz. 16:10’da varıyoruz. Yolda manzaralar şahane tabii ki.
Oslo şehri bizi şaşırtıyor, şehir Stockholm’den küçük, kozmopolit,  refah seviyesi sanki daha düşük ve Istanbul gibi Oslo’da yükseliyor. Sanırım Hamburg örnek alınarak deniz kenarına, yeni Belediye binası, Kütüphane, Opera binası, Kültür Merkezi, ve rezidanslar yapılıyor. Her birinin mimarı farklı ve çok iddialı mimariler. Sanki Oslo’ya 2020 civarı gelmek daha akıllıca 


Stockholm’den sonra Oslo çok daha pis ve bakımsız geliyor bize, bunu da mültecilere yoruyoruz. Nüfus o kadar karışık ki, tahminimiz %40 mülteci var.

23 Temmuz – Voss
Bugün sadece toplu taşımaların kullanıldığı ama, baştan sona sıralandığında bir tur haline gelen, Oslo – Bergen arası fiyordlar turumuza başlıyoruz.  (Hardangerfjord in a Nutshell)

Sabah erkenden,  Voss’ta inmek üzere Bergen trenine biniyoruz.


Tren hızlı filan değil, normal hızda, yollarda görüntüler şahane. Dağlar, akan şelaleler, geçtiğimiz minik köyler, çok da şanslıyız hava açık.


Voss’ta turun tavsiye ettiği, kasabanın en pahalı oteline gidiyoruz. Otel 1864 yılında Fredirk  ve Magdelene Fleischer tarafından açılmış, Voss’a Bergen’den tren yolu ise 1883 yılında açılmış. Yani kasabaya otel değil, otele kasaba yapılmış gibi bir şey olmuş. Seneler içinde yangınlar görmüş, tekrar yapılmış, krallar, kaiserler, imparatorlar görmüş. Dekorasyon genelde klasik ve anıların içinde Belçika Kralı Leopold’un elmas işlemeli altın kravat iğnesi ve Alman İmparatoru 2.  Wilhelm’in özel tuvaleti de var.



Herkesle aynı parayı ödememize rağmen, şansımıza gölü çok az gören bir odaya denk geldik, koca otelde bu odalardan 2 tane var 
Voss minicik bir yer olmasına rağmen, kültür merkezi, çok büyük bir kütüphanesi, konser salonu ve konferans salonu var. Tam bizim kasabalarımız gibi :)
Akşam yemeği açık büfe, şahane somon, ringa balıkları salata ve peynir çeşitleri ve idare eder bir şarap.


24 Temmuz – Fiyordlar – Bergen

Sabah kasabamızın otobüs terminalinden Ulvik’e giden otobüsümüze bindik, yolda yine inanılmaz güzel manzaralar içinden gidiyoruz, Ulvik’te bizi bir tekne bekliyor.


Tekne ile fiyordlarda gezmek şahane, Eidfjord’da inip bir otobüse biniyoruz, ve bizi bir mill parka götürüyor otobüs. Milli parkta Voringsfossen şelalesini görüp dehşete düşüyoruz. Benim gördüğüm en yüksek şelale 182 metreden düşüyor. Niagara şelalesi geliyor aklıma, üçte biri nerdeyse. Bu şelalenin altında, yani yerin altında şelaleden alınan güç ile hidroelektrik santrali kurulmuş. Su yerin altında o şiddetle akıyor ve düştüğü yerden 700 metre ilerde santralin pervanelerine vurarak göle dökülüyor.



Tekrar tekne ile bu sefer Nordheimsund’a gidip, oradan Bergen otobüsümüze biniyoruz. Bergen’e varışımız 19:00 civarı, tüm bu turları bagajlarla yaptığımızı hatırlarsak, hayli yorgunuz ve daha araba kiralayacağız.
Avis ofisini bulmak için elimizde bagajlarla birlikte otobüs ve tren terminali etrafından fır döndük, ofise hayli sonra ulaştıktan  sonra sizi çok aradık deyince adamın ‘’evet biraz sapa bir yerdeyiz’’ demesi tuz biber oldu. Hadi bu yine iyiymiş, AirB&B evimiz şehir merkezinin karşısındaki bir adada, yaklaşık 21 km ilerde, google’a göre, ama ev o kadar saklı bir çıkmazın sonundaymış ki, ararken (hava kararıyor bu arada) ikimizde bulamazsak nerde otelde kalabiliriz diye düşünmüşüz birbirimize söylemeden  Bu arada navigasyonun bozulması, ve ev sahibinin telefonunun açılmaması da çabası.
Hala anlayamadığımız bir şekilde evi bulduk, anahtarı söylendiği yerden aldık ve 22:00’de uyumuşuz.

25/26 Temmuz – Bergen
Bir önceki günün yorgunluk ve stresi ile 09.30’a kadar deliksiz bir uyku sonrası, evimizi keşfe başladık. 1907 yılında yapılmış bir konak, 2002-2003 yıllarında restore edilmiş. Her penceresinden başka bir manzara var, çok büyük bir bahçesi, 2 adet büyük balkonu var. 3 katlı 10 kişinin rahat kalacağı bir ev.

Bergen’e iniyoruz, Oslo’dan çok farklı, inşaat sektörünün girmediği, ve turistik olduğu için ‘’old town’’un çok iyi korunduğu bir şehir. Gulf Stream akıntısı yüzünden bölgenin en sıcak kenti ve Norveç’e bir dönem başkentlik yapmış. Şehir yemyeşil ve şansımıza günlerdir yağmur varmış ama kaldığımız 2 gün hava hep açıktı.
Bergen 1070 yılında kurulmuş, ve uzun bir süre Norveç, hatta İskandinav yarımadasının en büyük kenti imiş, tabii ki deniz ticaretinden dolayı. 2. Dünya savaşında en az zarar gören şehirlerden biri, ekonomisi balıkçılık, turizm, petrol ve doğal gaza dayalı, bir de önemli bir üniversite şehri.






Hop on Hop off ararken karşımıza Ulriken643 otobüs ve bilet terminali çıkıyor. Şehrin en yüksek tepesine teleferikle çıkış. Otobüs teleferiğin kalkış yerine götürüyor ve bir hayli bekliyoruz, sıramızın gelmesini. 7 dakika içinde tepedeyiz, nefes kesen bir manzara. Genelde sisli olurmuş, ama yine şansımıza yarım saatten sonra iniyor sis.
Oradan inip, old town Balık Pazarına dalıyoruz. Fish Me restoranda hayatımın en güzel somon ve karideslerini yiyorum, şahane bir beyaz şarap eşliğinde. Bizim Türkiye’de yediğimiz somonların ne olduğunu soruyor insan bu yediğimiz somonsa ??

Ertesi gün (son günümüz) yorgunuz artık, şehre inip, biraz alışveriş yapıyoruz ama Norveç çok çok pahalı, hem yeme içme, hem kıyafet, hem de araba kiralama vs.


Unesco Dünya Mirası Listesinde olan Bryggen bölgesini geziyoruz, 12 yüzyıldan kalma karakteristik evler var. Şimdi tabii hepsi kafe veya turistik eşya satan dükkanlara dönüşmüş.
Akşamüstü, Balık Pazarında ‘’Fish Me’’ restorana oturup yine somon ama bu sefer midye eşliğinde yedik. Tabii ki aynı beyaz şarapla.




27 Temmuz – Eve Dönüş

İnanmayacaksınız ama yağmursuz geçen 8 günden sonra, bugün yağmur var ama biz havaalanına arabamızla gidip teslim ediyor ve Türkiye’ye,  o çok sıcaklara doğru geliyoruz. Bir de ne görelim, Istanbul'un ikinci tufanı da o gün. Neyse ki tufan geçtikten sonra iniyor uçağımız ama şehirde olanları görünce gözlerine inanamıyor insan.