19 Kasım 2017 Pazar

MASAL ÜLKE ÖZBEKİSTAN

28 Ekim TASHKENT
Merhaba,
Özbekistan gezimize başlamadan önce size Türk Hava Yolları’nı şikayet etmek isterim. Sanki gezilesi görülesi bir yer değilmiş gibi, sadece bavul ticareti yapanlara uyarlanmış uçuş saatleri :
Istanbul – Tashkent : 23:50
Tashkent – Istanbul : 04:00
Evet protestomuzu yaptıktan sonra, gelelim gezimize. Bu geziyi ilk defa katıldığımız bir toplulukla yaptık. Birlik Gezen Dostlar (BDG), çok enteresan destinasyonlara, uygun fiyatlara ve entellektüel bir yaklaşımla hazırlıyor gezilerini, biz çok beğendik. 

Lokal saat 06:00’da Tashkent’e iniyoruz, ama otele giriş maalesef en erken 14:00’de.  O günü, uykulu, yorgun ve 28-30 dereceye çıkan hava sıcaklığının altında zar zor bitiriyoruz.
Neyse, güzel şeylerden bahsedelim, bizi karşılayan Özbek rehberimiz tabii ki çok iyi Türkçe konuşuyor, ve bizi ‘’ana yurdunuzdan ata yurdunuza hoşgeldiniz’’ cümlesi ile karşılıyor. Gerçekten insan bunu bir şekilde hissediyor, her ne kadar çok karışmış olsak da, ata yurt buralar. Bize ‘’siz göçebe biz yerleşik Türkleriz’’ diyor. Bu da çok doğru biz hala göçüyoruz, yerimizde duramıyoruz.
Bir önceki devlet başkanları İslam Kerimov, Turgut Özal ziyarete gittiğinde  ‘’ Atlarla gittiniz, uçakla geldiniz, çekik gözlü gittiniz çakır gözlü geldiniz’’ demiş, ne kadar doğru demiş.

Tashkent’in not alabildiğim kısa tarihi ise şöyle : İslam öncesi Firdevsi’nin Şahname’sine göre Chack bölgesi imiş, Chackkand diye geçiyormuş adı.
8 yy da müslüman arap istilasına uğramış,  gerçekten çok taşlık bir bölge olduğu için Taşkand denmiş ve 11 yy dan sonra da Cackkand – Tashkand – Tashkent’e evrilmiş.
Moğol istilasına uğramış olmasına rağmen, Timur zamanında kültür, eğitim ve ticari olarak çok gelişmiş, İpek Yolu’nun da katkıları ile.
Daha sonra sırasıyla Çarlık Rusyası ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hegemonyasına giren Taşkent, 2.Dünya Savaşı esnasında, batıdan Nazi istilasından kaçırılan birçok fabrika ve üretim tesislerinine evsahipliği yapmış ve 1950’lerde Rusya’nın mühendislik ve çalışmalarının yoğunlaştığı şehri olmuş, ta ki 1966 depremine kadar. Depremde çok hasar görmüş, tarihi dokusunun büyük kısmını kaybetmiş ve Sovyet mimarisine teslim olmuş.

Kaldığımız otel Rus Olimpiyatları için inşa edilmiş, bizim Adalet Saraylarımıza benzer bir bina idi, çok katlı, çok odalı, çok çirkin.
Rusya’nın dağılmasından sonra ise bağımsızlığın kazanan (1991) Özbekistan’ın başkenti olmuş.
Umarım sıkmadı bu kısa bilgilendirme. İlk gün o kadar yorgundum ki, pek not alamamışım, gezdiğimiz yerleri size nasıl anlatacağım bilemiyorum.

İsimlerini pek hatırlayamadığım türbe, medrese ve cami ziyaretlerimiz oldu sabahtan, hepsi çok güzeldi tabii ki, ama 15:00 gibi otele gidip 2 saat uyumak çok daha güzeldi.
Evet artık gözümüz açık gezmeye başlayabiliriz, ilk olarak Amir Timur Meydanı.  (Meydanlar çok görkemli gerçekten tam Sovyet ruhunu yansıtıyor, görkemli meydanlar, çok geniş caddeler ve parklar.) Bu meydan Sovyet zamanında  sırasıyla, ‘’Kızıl Meydan’’ – ‘’Lenin Meydanı’’ ve ‘’Puşkin Meydanı’’ olarak adlandırılmış, bağımsızlıktan sonra ise ‘’Amir Timur Meydanı’’




Buradan yürüyerek, ‘’Mustakillik Meydanı’’na geçiyoruz, Bağımsızlık Meydanı yani, buradan da 2.Dünya Savaşında ölen ve kaybolanlar adına yapılmış, gözü yaşlı anne anıtına geçiyoruz, önünde sürekli yanan bir alev var ve sağ tarafta ölenlerin isimleri ve hangi bölgeden olduklarına dair kitabeler
Okuyup, anlayabildiğimiz ‘’Sen daim kalbimizdesin ciğerim’’






cümlesi hepimizi etkiliyor.
Daha sonra metro istasyonlarını görmek istiyoruz, tabi 12 kişilik bir grup olarak metrodan inme binme rehberimizde biraz stres yaratıyor ama olsun, biz gayet zevk alıyoruz Özbek kardeşlerimizle metro seyahatinden.
Fotoğraf çekmenin yasak olduğu,  çarpıcı 3 metro istasyonu gördük
Cosmonotlar İstasyonu – Cam Süslemeli İstasyon – Mermer Süslemeli İstasyon (Moskova’daki metro istasyonlarını görmüş biri olarak, cam süslemeler beni çok etkiledi)
Veee yemek vakti sonunda geldi, burada yemekler bizim ağız tadımıza çok yakın, biraz fazla yağlı olmasına rağmen genelde sevdik, et ağırlıklı ve tabii ki pilav (özbek pilavı ve buhara pilavı), tatlıları çok hafif bizim baklavayı çok ağır buluyorlar örneğin. Eh ‘’Beyaz Güneş’’ vodkasını da hak ettik hani.
Yarın Buhara’ya uçuşumuz var erkenden ama oteldeki düğüne davet edilince bakmadan edemedik. Bizim zengin Anadolu düğünleri gibi, orkestra ve bir sürü davetli, gelin damat zorunlu dansta, ve Anadolu ezgileri duyar gibi oluyoruz müzikte.

29 Ekim BUHARA

Özbek Havayolları ile Taşkent –Buhara 1,5 saat uçuş, az değilmiş gerçekten. 

Buhara beni büyüleyen bir şehir oldu, ama şehri anlatmaya başlamadan önce, havalaanında 2 jumbo BAE uçağı ve apronda sayısız beyaz giysili araplardan bahsetmem lazım.
Rehberimiz, keşfettiler burayı diyor, önce dini bir geçmişi olduğu için zannediyorum, ama hayır, bu beyleri havaalanı apronunda ve dışında sayamadığım kadar son model jip bekliyor, sanırım hepsine bir tane düşüyor o kadar çok. Meğerse çöl avına, ceylan avına geliyorlarmış... 

Buhara kenti Özbekistan’ın belki de müslüman dünyasının dini merkezlerinden biri.
Kalan meydanı, ya da Kalan kompleksi, içinde barındırdığı cami medreselerle Unesco Dünya Mirası listesine girmiş.
Burada doğmuş ve yaşamış tıp bilginlerinden Ibni-Sina’nın (980’de doğmuş) öğretileri, 1700’lü yıllara kadar Batı’dan ders olarak okutuluyormuş.
Havaalanından şehre giderken yol üstünde ‘’Seyit Emir Külal’’ türbesi ve Nakişbendi müzesini ziyaret ediyoruz.Burada  dünyadaki en büyük orijinal Kuran’ı görüyoruz. Pazar ve hava güzel olduğundan oldukça kalabalık.
Halk gerçekten çok misafirperver, ve turistlere meraklı gözlerle bakmakla kalmayıp, neredensiniz, ne güzelsiniz, size ikram edelim, ve fotoğraf çektirelim gibi nidalarla yanımıza geliyorlar.




Öğlen, eski bir evden restore edilip butik restorana çevrilmiş bir yerde yemek yiyoruz, Buhara Pilavı, şahane. Yine etle tabii ki. Bir de önden çok yağlı ama çok lezzetli bir çorba geliyor, yanında yoğurt ile, yoğurdu çorbaya ilave etmemiz gerekiyormuş, o ağırlığını alması için gerçekten çok güzel bir tat oluyor.



Yemekten sonra  İsmail Samani Medresesi, Buhara kalesi ve Poy Kalan meydanında Kalan Minare, Kalan Camii ve Mir-i Arab Medresesini ziyaret ediyoruz. Buraları anlatmak için kelimelerin yeterli olmadığını düşünüyorum, o kadar ruhani ve güzel ki.

Yukarıya doğru incelerek 45,5 metre yükselen Kalan Minaret, sadece ezan okunması için değil, düzlük çölden gelenlere yol gösterici ışığı, daha doğrusu alevi ile bir nevi fener görevini de görürmüş, zamanında. Bunun yanında ölüm cezaları da minareden aşağıya atılarak infaz edilirmiş.



Kalan Camii ise gördüğüm en büyük cami, hem avlusu hem de içi insana Kordoba camiini anımsatıyor, muhteşem bir mihrabı var. Avlusu ile birlikte, 12.000 kişi alabiliyor.
Karşısındaki Mir-i Arab medresesi halen eğitim verilen bir yer, 1500'lerden kalma o şahane yapıların içinde eğitim almak ne kadar ayrıcalıklı bir duygudur, kimbilir. Tabii eğitim devam ettiği için bizi içeri almıyorlar.
Aralarda rehberimiz bize alışveriş zamanı veriyor, her yerde İpek, Suzani ve seramik satışı var, renk cümbüşü adeta. Burası da Türkiye gibi pazarlık yapılabilen bir yer.
 Artık otelimize yerleşip, hemen çıkıp yemek yemek zamanı, hava kararıyor, Leb-i Hovuz etrafındaki restoranlardan birinde yemek yiyoruz. Daha sonra kahve içmek için gittiğimiz açık hava kahvehanesinde Türk olduğumuz öğrenip Tarkan çalıyorlar. Biz de sanki her Tarkan duyduğumuz da kalkar oynarmışız gibi kalkıp oynuyoruz, iyi mi?





Bu arada Nasreddin Hoca ile burada da karşılaşıyoruz, tabii bu Özbek Nasrettin hoca ve eşeğine düz biniyor.
Yorgun ve mutlu bir şekilde otelimize gidip uyuyoruz.

30 Ekim BUHARA


Ertesi gün yine Buhara’da Char Minar, dört minareli medrese ve Buhara Emirinin yazlık sarayını ziyaret edip, öğlen yemeğinden sonra otobüsle Semerkant’a yola çıkıyoruz.
Yollar oldukça kötü, gidiş geliş ve delik deşik, bizim 30-40 yıl önceki şehirlerarası yollarımızı hatırlatıyor, bizi rahatsız etmeden sürmeye çalışan ve çok gelişmiş bir bebeğe benzeyen şöförümüze rağmen, uyuyamıyoruz.



31 Ekim SEMERKANT

Tarihi Mesolitik Çağa kadar inen şehire o dönemler Afrasiyab, Büyük İskender (Helenistik) döneminde Marakanda ve en son Semerlikand adı konmuş, şehir gerçekten de yükseklikler arasında bir semer şeklinde dümdüz bir ovada.
Sırası ile , M.Ö. 12-7 yy (mesolitik çağ), Helenistik dönem (B.İskender), Pers İstilası, Moğol İstilası (Cengiz Han), Timur İmparatorluğu, Özbek Göçerler Dönemi, Çarlık Rusyası, Sovyetler Birliği ve son olarak bağımsız Özbekistan.
İlk olarak Timur’un türbesini ziyaret ediyoruz. Beni bu kadar etkileyen bir türbe, daha doğrusu yapı olmamıştı desem bilmem abartır mıyım?  Bana olağanüstü güzellikte geldi, yapısı, süslemeleri ve hikayesi.


Torunu Muhammed Sultan Mirza’nın Ankara savaşında ölmesi, Timur’u çok üzmüş ve torunu için  türbenin inşa edilmesini emir vermiş.  Bir sene kadar süren inşaatın sonlarına doğru Timur’da ölünce torunu ile yanyana defnedilmiş. Daha sonra bir nevi aile kabristanlığına dönüşmüş. Kabristana kendi hükümdarlığı döneminde gözü gibi bakan Uluğ Bey’de aynı yerde defnedilmiş. Aileden olmayan tek kişi Timur’un hocası Nur Seyid Bereke.

Bu muhteşem yapıdan sonra Registan  (Reg =Kum / İstan=Alan)Meydanına gidiyoruz. Burası eskiden kervanların konaklama alanı imiş.
Uluğ Bey Mederesesi, Tilya Kori Medresesi ve Sherdor Medresesi ile çevrelenmiş olan alan yine şahane bir mimari sergiliyor, medresenin yanındaki caminin eğik minare ise sanki ilk rüzgarda yıkılacak gibi..

Daha sonra alışveriş için pazaryerine geçiyoruz, yakınında Bibi Hatun Camii var (Timur’un eşi, first lady adına yapılmış yani)
Pazaryerine yakın bir yerde yemek yiyoruz, yine çok lezzetli, yine çok etli, yine çok fazla yiyoruz.
Daha sonra 12 yy ait ‘’Şahı Zinda’’ İslam Yapıtları Kompleksini ziyaret ediyoruz, İlter burda isyan ediyor ve bizi kompleksin girişinde oturarak bekliyor. Evet yüksek basamakları olan merdivenlerle çıkılan ve uzun bir yolun her iki tarafında inşa edilmiş güzel yapıları seyrederek, yine bir rüyadaymışız gibi geziyoruz.
Uluğ Bey rasathanesine varabildiğimizde hava kararmak üzere, üstüne bir de elektrikler kesiliyor ve mecburen rasathane gezisini ertesi güne bırakarak otelimize dönüyoruz.
Bu arada Semerkant’taki ilk günümüzü tam bir kum deryası içinde geçiriyoruz, çöl kumu şehrin üzerinde öyle bir oturmuş ki, güneş bembeyaz görünüyor.  İlk gün içtiğimiz ‘’Beyaz Güneş’’ vodkasının ismini nereden aldığını anlıyoruz. 
Hassas olan arkadaşlarımız gerçekten rahatsız oluyor, çünkü kumu neredeyse ağzımızda çıtır çıtır hissediyoruz.

1 Kasım SEMERKANT

Özbekistan’da son günümüz, ilk olarak yarım kalmış Uluğ Bey rasathanesi ziyaretimizi yapıyoruz. Anlaşılan iyi bir hükümdar olmasa da (fethetme güdüsü olmadığı için bu söyleniyor sanırım), astronomi konusunda tarihe geçen gözlem ve eserleri olan bir bilim adamı, Uluğ Bey.

Medrese inşaatı biter bitmez, rasathane inşaatına emir vermiş ve bu rasathaneden yapılan gözlemler  12 yılda bitirilebilmiş. Gök yüzü haritasını çıkarmakla kalmayıp, yıldız kataloğu Zeycini oluşturmuş. Dünyanın güneş etrafında dönüşünü 1 dakika 2 saniye hata ile hesaplayan Uluğ Bey (1440), bunu Kopernik’ten(1540) tam 100 yıl önce bulmuş. Eserleri batıda yıllarca okutulmuş.

İnsan 30 metre çaplı sekstantı görünce gözlerine inanamıyor.
Ayın kraterlerinden birine Ulugbeg adı verilmiş Uluslararası Astronomi Derneği tarafından.

Bu 3 katlı rasathane, Ulug Bey oğlu tarafından öldürülür öldürülmez, fanatikler tarafından yıkılmış ve 1908 yılında Rus arkeologların kazılarına kadar da bir nevi unutulmuş.
İnsanı hayretlere düşüren rasathane müzesinden sonra, son olarak Saint Daniel (?) Türbesini de ziyaret edip, Türkiye’ye dönmek üzere, otobüsümüz ile Tashkent havaalanına hareket ediyoruz.

Bu geziden bende kalanlar ;

 Özbek insanı çok  sıcak ve misafirperver,  şehirleri  çok temiz, dinlerine düşkünler ama taassup yok, alfabelerinde X yerine H ve G yerine K koyabildikten sonra okuyup anlayabileceğimiz bir dil, yemekleri çok lezzetli,  Suzaniler gerçekten birer sanat eseri, yaşanması zor ama görülmesi gereken bir masal ülkesi. 

Bu arada tabii ki bizim bu geziyi yapmamızı sağlayan Dr.Erhan Ateş'e, Ozbekistan'da otel  ulaşım ve yemeklerimizi ayarlayan UZIN firmasına, rehberimiz Hursand'a ve şeker şöförümüz Şir Ali'ye binlerce teşekkürler.








Gözüme takılan Özbek insanları ve renkleri...











Bir sonraki gezide görüşmek üzere ...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder