Evet nerde kalmıştık, Hamburg dönüşü Porto uçuşaları mı
başlamış, derhal gidilmeli, zira bu sene çok çalıştık çok yorulduk gezmemiz
lazım :)
Haziran başı işleri yoluna koyup, 11 Haziran’da ver elini
Porto.
Istanbul’dan 4 saat 20 dakikalık bir uçuş aramızda da 2 saat
var, eh saat farkı farkediliyor. Giderken kaptan pilotumuzun kadın olmasından
çok gurur duydum.
Havaalanından metro ile şehir merkezine gidelim
dedik(önceden çalıştık ya toplu taşımayı) 3 günlük kart alıyorsun 15.- Euro’ya
tüm toplu taşıma araçlarında geçerli, giderseniz havalanından alınıyor
unutmayın.
Metro, hafif raylı ve otobüs sistemleri çok kolay,
bizimkinin çok daha gelişmişi tabii ki. Ve fakat 2 istasyon sonra ulaşım
aracımız bozuldu, herkes iniyor, Allahtan Portekizliler yardımsever bizi el kol
işaretleriyle indirdiler, bir sonraki aracı beklerken de az İngilizce konuşan
bir adamdan Lizbon’a nasıl ve nerden gideceğimizi öğrenmiştik bile.
Otelimize (Hotel Quality Inn Porto ) vardığımızda saat geç
öğleden sonra olmuştu. Batalha meydanında olan oteli ilk gördüğümüzde önce bir
eyvah dedik, meydan bizim Tarlabaşı’nın eski hali gibi, bina eski, ama içeri
girdiğinizde sizi güler yüzlü personel karşılıyor. Odaları da gayet rahat ve
sessiz, tavsiye edebilirim. Hemen dışarı çıkıp o meşhur ‘’Douro’’ (Atlantik’e
akan nehir) kenarına kendimizi attık. İlle de şarap içilecek ya, ilk
oturduğumuz yerde kırmızı şarap ısmarladık ve inanır mısınız kötüydü. (Bu ilk
ve tek oldu) herhalde en turistik yerde istemişiz şarabı.
Eh artık karnımız da acıkıyor, İlter’in Bodrum’daki internet
araştırmalarından bulduğu ‘’Tapabento’’ isimli restoranı aramaya başladık. Sao
Bento istasyonunun yanında daracık bir sokakta imiş (İstasyon da görülmeye
değer bir bina), kime sorsak restoranı bilmiyor, adresi tarif ediyorlar. Lokaller
orada bir restoran olduğunu bilmiyor zaar.
İçeri girer girmez İlter ‘’Isabella kim?’’ diye sorunca
kadıncağız suçlu bir şekilde ‘’ben’’ dedi. ‘’Istanbul’dan beri seni arıyoruz’’
deyince ağzı kulaklarında ‘’gerçekten mi?’’ deyip gevşeyiverdi. Rezervasyonumuz
olmamasına rağmen saat21:00’de kalkmak kaydıyla bize bir masa ayarladı.
Tripadvisor’un tavsiyesi üzerine kendimizi Isabella’nın ellerine bıraktık.
Şahane bir beyaz şarap eşliğinde çok güzel soslu midye,
soslu istiridye ve razor clams yedik (Razor clams türkçesi var mı bilmiyorum
atlantik kıyılarında olurmuş ve toplarken insanın elini kestiği için bu ismi
vermişler. Üzerine de yine kendi tavsiyesi tatlıyı yedik ve hesap geldiğinde
şok olduk
29.- Euro (tamam bizi sevmiş olabilir, bir daha gelelim diye
yapmış olabilir ama Türkiye’de bilhassa da Bodrum’da ne kadar kazık yediğimiz
anladık) Nasıl olduğunu şöyle izah etti, şarabı bizimle ilk denemiş onun için
hesaba katmamış. Eeee böyle bir ilgi ve hesap olunca ister istemez biz bir kez
daha geliriz kararı verip Pazar akşamına rezervasyon yaptırdık.
Otelde çok iyi bir uykudan sonra, kalkıp güzel bir kahvaltı
ve ver elini şehir turu. Burada 3 ayrı firma var şehir turu yapan. Sarı,
kırmızı ve lacivert otobüsler. Her biri normal turistik noktaları gezdirdikten
sonra farklı destinasyonlara götürüyor, siz istediğinize göre old town mu?
Şarap bölgeleri mi? Şehir çevresi mi? Ona göre seçim yapıyorsunuz. 1-1,5
saatlik turlar audio rehberli 12.- /15.- euro arası. Bu paraya çeşitli
şaraphanelerde Port Wine tadımı da dahil.
Tadım ki birinde bir de Fado vardı, öyle güzel ayarlanmış ki eninde
sonunda alımla bitiyor
Öğleden sonra ise Porto’nun karşı kıyısı Gaia’ya geçip ara
sokaklarda dolaşırken, bizim ev yemekleri yapan bir yere benzer bir lokantaya
giriyoruz. ‘’Meet and Taste Portugal’’
Şahane bir garson çocuğumuz Tiago, bize Tapas and Wine (2
kişilik menülerden) en uygun olanı seçip getiriyor. Balık, et ve garnitür
yanına da dry kırmızı şarap, çok iyi gitti. Şefimiz ise 20’li yaşlarda Joao,
biraz coğrafya bilgisini zorlayarak nereden olduğumuzu buldurduk kendisine.
Yemek bittikten sonra, bir tanıtıcı filmlerinin olduğunu,
kesinlikle ticari olmayıp, ücretsiz olduğunu ve izlemek istersek bize bir de
Port Wine ikran edeceklerini söylediler. Biz tamam deyince o küçücük restoranın
arka tarafında hazırlanmış bir barkovizyon odasında, yaklaşık 15 dakikalık
Portekiz’in tanıtıldığı 3D, çok güzel bir film izledik. Türkiye’de o kadar
turistik bölgelerin turistik restoranlarına gittik ama böyle birşey maalesef
kimsenin aklına bile gelmiyor, Para
geldikten sonra ülke pek umurumuzda değil herhalde.
Yemekten sonra yine yürüyüş, sonuçta 7 tepeli bir şehir,
yokuşlar, merdivenler, iniş-çıkışlar, otele gelip biraz dinleniyoruz, akşam
için hazırlık, yine yürü yürü, bira, şarap ve Tripadvisor tavsiyesi Portu’s
restoran.Nehre çok yakın bir aile işletmesi, yemekler fena değil şarap şöyle
böyle, fiyat yine iyi ama tavsiye etmem.
Ertesi gün check-out ve trenle Lisbon. 3,5 saatlik rahat bir
yolculuktan sonra Lizbon’dayız. Hemen büyük şehir kendini gösteriyor ve biz
dakika bir metro’da geçişleri beceremeyip yüklediğimiz tüm Euro’ları makinaya
kaptırıyoruz :)) Dert anlata anlata otelimize ulaşıyoruz ki, biraz merkeze uzak
ama şimdiye kadar kaldığım en iyi otellerden biri. Bir de bizi anlayamadığım
bir nedenle up-grade etmişler ki bir suit odada kaldık şahane.
Hemen çıkıp bir şehir turu almak için (yine metroyla
boğuşarak) Marques de Pombal meydanına yola çıktık ki, kendimizi açık hava kitap fuarında
bulduk, hemen aklımıza Milas’ta bir kitap fuarı düzenlemek geldi.
Şehir turumuz yine 1,5 saat sürdü ve hop on/hop off olduğu
için istediğin yerde inip biniyorsun. Genelde en büyük gurur kaynakları Vasco
da Gama’nın heykellerin ve onun adına, anısına yapılmış yerleri görüyoruz.
Tabii burada biraz az İngilizce çok Portekizce ile pek anlamamış da olabiliriz. Şunu söyleyebilirim
ki, Lizbon’da ulaşım Porto’dan çok daha pahalı.
Akşam Venedik’in San Marco meydanına benzeyen Praça do
Comercio meydanında ‘’Mussu da Cerveja’’ da şarap ile peynir yiyoruz daha sonra
da – Italian bir restoranda güzel şarap eşliğinde pişirmeyi unuttukları,
geri gönderip yine aynı gelen bonfileyi yiyoruz.
Ertesi gün Porto’ya aynı yolla dönüş, akşamına Tapabenta ve
Isabella’nın bize bu sefer et ve şarap menülerini sunması. Tapabentoda
yediğimiz bonfile , Buenos Aires’de yediğimizden sonraki en iyi bonfileydi.İlter’in bayıldığı kaz ciğeri ve
yine çok güzel bir şarap ile akşam yemeğimizi bir ziyafete dönüştürdü.
Ertesi gün ise fazla gelmiş bir Porto gününün gezerek,
yürüyerek, şarap içerek ve akşamına (son akşam ya) çok şık bir restoranında çok
güzel bir yemek yiyerek geçtini söyleyebilirim. Otel Teatro’nun içinde yer
alan Restaurante Palco , ortamı ,sunumu, servisi , yemekleri ve sunduğu rezerv
şarap ile , gerçekten çok iyi idi ve buna
rağmen gelen hesap 88 Euro dan ibaretti.
Ertesi gün erkenden gittiğimiz hava limanında zamanında
gelen THY uçağı , İstanbul'daki kötü meteorolojik koşullar yüzünden 90 dakika
gecikmeli kalktı. Uçağa binişte ,Hürriyet gazetesi sadece birkaç taneydi. Cumhuriyet
ve Sözcü ise uçağa bile yüklenmemiş. THY yönetiminin bu demokrat davranışını
açıklayamamak yine hosteslere düştü tabii ki.
Portekiz'de , hemen
her yerden internete ücretsiz olarak girebiliyorsunuz. Buna hava alanı , tren
istasyonları ve trenler de dahil.
Artık evimize işimize dönebiliriz, bir sonraki gezmenin
hayali ile...