KANADA 30.06 –
15.07/2013
Birkaç yıldır, İTÜ’den arkadaşlarımızla planlamaya
çalıştığımız Doğu Kanada gezimizi sonunda gerçekleştiriyoruz.
Heyecan büyük bizde,
gezimizin yarısı büyük şehirlerde, diğer yarısı ise doğu kıyılarını
minik minik gezerek geçecek gibi planlandı.
30 Haziran 2013 Pazar günü saat 14:30’da kalkan uçağımız Kanada
saati ile aynı gün 18:00’de Toronto’ya indi. Uçuş süremiz 10 saat 10 dakika,
yine tercihimiz Türk Hava Yolları ve
yine çok rahat ve keyifli bir yolculuk. Büyük daire çizerek uçtuğumuz için
Grönland üzerinden iniyoruz Kanada’ya. Grönland gerçekten buzla kaplıymış J
Toronto, Kanada'nın en büyük şehri ve ticaret merkezi,
indiğimiz Cumartesi günü ‘’Pink Parade’’ varmış şehirde. Bir önceki gün hani
Istanbul’da olan LGBTT yürüyüşünün çok daha keyifli ve renkli olanı. İyi hoş da
elimizde bavullarımızla otelin hayli uzağına bırakılıyoruz, bizi kazıklamayan
hoş bir taksi şöförü tarafından, bin özürle yolların kapatılmış olduğundan
götüremediği için.
Downtown’daki otelimize yerleşip birşeyler yemek için dışarı
çıkıyoruz. Yüksek binaların arasına sıkışmış bir downtown, dikkatimizi çeken
(Novosibirsk’ten sonra) insanların genelde mutlu ve huzurlu olmaları. Nasıl
olmasınlar öyle bir sosyal devlet ki dert edecekleri hemen hemen birşeyleri
yok, gelir düzeyi, eğitim, sağlık vs. Gibi.
01.07 Pazartesi
Arkadaşlarımız bizi almaya geliyorlar Montreal’den ve
istikamet Niagara Falls. Tüm gezimizin en hovardaca otel rezervasyonunu burada
yaptık, iyi de yapmışız, şelaleyi odamızdan görüyoruz.
Tam karşısı da Amerika Birleşik Devletleri.J
Kanada’nın kurtuluş günü imiş bugün (nerden neden
kurtulmuşlar oldukça tartışılır ama hadi neyse) onun için çok kalabalık. Bu
kadar farklı ırk ve milliyetten insanı Amsterdam’da bile görmemiştim, insanlar
rengarenk. Şelale görüntüsü muhteşem, yani imkanlar dahilinde ölmeden görülmeye
değer bir yer gerçekten. Hem de Nikolai TESLA’nın heykeli var şelalenin
karşısında. Niagara’da ilk hidroelektrik santralını kurmuş. Kimbilir bu süreçte
kaç kişi elektriğe çarpılıp öldü, kendilerine ne olduğunu bile anlamadan. Konu
ile ilgilenenler olursa, Youtube’da Alternating
Current: Nikola Tesla (Niagara Falls) adı altında 10 dakikalık bir dokümanter
var.
Hava puslu, kapalı ve soğuk, akşam güzel bir et ziyafeti çekiyoruz
THE KEG’de ve şelalenin sesini dinleyerek uyuyoruz.
Niagara Falls Marriott Gateway on the Falls otelinin
yataklarının rahatlığından söz etmeden geçmek olmaz.Genelde iyi bir otel.
Niagara’ya veda edip, Kingston’a geçiyoruz. Burada şahane
bir butik otelde kalıyoruz. Hotel BELVEDERE, ev gibi. Tamamen klasik tarzda donatılmış otel
odalarında, nostaljik jakuzi bile varJ
Hatta salonlarının birinde bir kaftan sergilenmişti,
fırsatını bulupta soramadık ama nerden bulduklarını. Gezi boyunca kaldığımız
otellerin en güzel kahvaltısını bu otelde yedik.
Kingston tam bir İngiltere kasabası, burada hiç ırk
karışması yok, herkes beyaz, belki de en koyu biziz burada J Kasabanın içinde 2
katlı çok güzel binalar var hem ev hem devlet binaları. Ama su kenarında yine
yine 7 – 8 katlı Marriot’lar, Hilton’lar. Artık kendimizi değer bilmezlikle
suçlamamaya karar verdim, her yer aynı, doğa kimsenin umurunda değil. Akşam, şimdiye kadar gittiğim en iyi İtalyan
Lokantası’nda yemek yiyoruz’’ Casa Domenico’’
03.07 Çarşamba
Gananoque, 1000 Islands da tekne turuna çıkıyoruz. Gananoque Kızılderili dilinde iki nehrin
üstündeki kasaba demekmiş. Kızılderililerden ender kalan şeylerden bir isim.
Çok çok ciddi katliam yapılmış
Kızılderililere, buralara gelince iyice anlıyor insan.
2,5 saatlik tekne turumuz, Ontario Gölü ve St.Laurent nehri
üzerinde gerçekten 1000 ada var gibi her taraf ada, minicik bile olsa üzerinde
kendi boyutlarında bir ev. Hem Kanada hem de Amerika sularında geziyor tekne.
Kanada da kalan adalar ne kadar sakinse, Amerika da olan adalar o kadar
kalabalık ve şatafatlı evlerle dolu.Bu evlerde de tüm müstakil Kanada evlerinde
olduğu gibi her evin önünde bir direkte ülkenin bayrağı asılı.
7 mil uzunluğunda 1000 Islands köprüsünün altından geçiyoruz, bunun
görebileceğimiz en uzun köprü olduğunu sanarak, ama hayır dünyanın en uzun
köprüsüne daha gelmemişizJ
Tekneden inip Montreal’e
doğru yola koyuluyoruz, arkadaşlarımızın evine.
4- 5- 6 Temmuz Montreal /
Quebec
Montreal’de kaldığımız
süre içinde Montreal Jaz Festivaline denk gelmiş olmak büyük şans tabii.
Toronto’dan sonra 2.
Büyük şehir ama nufusu yine de iki milyonu bulamamış henüz. Toronto kadar
kozmopolit değil ama yine de binbir ırk ve millet var. Downtown ve suburb’leri
ile tipik bir Kuzey Amerika şehri.
İki gün Montreal’de
gezdikten sonra günübirliğine Quebec’e götürüyor arkadaşlarımız bizi.
Yolun belli bir bölümünde
tüm levhalar Fransızca’ ya dönüyor. Sanki Fransa’dayız. Quebec, Toronto ve
Montreal’dan çok daha entellektüel, Kingston gibi herkes ama herkes beyaz ve
sadece Fransızca konuşuluyor. Şehir tertemiz bir kalesi var ki, Fransızlar yine
yeniden yenilmişler İngilizlere burada, yani tarihi anlatım olarak İngilizlere
yenildiğimiz yer diyorlar.(!) Fransızların tarihte kaç yengisi var merak etmeye
başlıyorum iyice.
Kuzey Amerika’nın tek
etrafı surla çevrilmiş şehri, önce Fransızlara karşı yapmış İngilizler,
Fransızları yenince de Amerika’lılara karşı kullanmışlar.
Fransa’daymış izlenimi
veren şehirde zaten Kanada bayrağı hiç görünmüyor, eyalet bayrakları var heryerde.
Bu arada en son referandumda nufusun %48’i Kanada’dan ayrılıp bağımsızlık
istemiş, dayan Quebec az kaldı...
Birgün bir okulumuz olursa, servis aracı olarak olmasını istediğimiz otobüsü görüyoruz Quebec'te.
Bir günlüğüne gittiğimiz
için fazla gezemeden Montreal’a geri dönüyoruz. Artık şehirleri bitirdik, yarın
itibarı ile daha sakin yerlerde gezeceğiz.
07.07 Halifax
Montreal’den Halifax’a
yaklaşık 60-70 kişilik bir Bombardier
ile uçuyoruz, 1 saat 10 dakika.
Uçağımız sanki bir
dolmuş, Halifax’a indiğimizde Halifax yolcusu kalmasın, St.John’a devam edecekler yerlerinde kalsın
anonsu yapılıyor. Kanada’da iç uçuşlar
oldukça pahalı, gideceklerin dikkatine.
İnince bir araba
kiralıyoruz, ve adını tonton teyze koyduğumuz navigasyon cihazı bizi gezimizin
sonuna kadar hatasız dolaştırmaya başlıyor.
Halifax evlerinin
renkarenk olması ile insanın hoşuna gidiyor, şirin bir atlantik kıyısı liman
kenti.
Eskiden
yerlilerin (Mikmaq) yaz aylarını geçirdikleri ve ‘’en büyük liman’’adını
verdikleri yer.
410.000 nüfusu ile Atlantik eyaletlerinin en büyük kenti (!) Downtown bizim Tuzla sahilinden az hallice, ama çok çok güzel parkları var. Bu parkların birinde yine yenilmiş ama ezilmemiş bir Fransız komutanın heykeli var.
Benim en
çok ilgimi çeken ise yakın 1900’lerin başında şehrin başına gelen felaketler.
1911 yılında çok büyük bir yangın geçirmiş ve şehrin büyük bir kısmı
etkilenmiş. Tam toparlanıyoruz derken, 1917 Halifax Büyük Patlaması
gerçekleşmiş. Bir Fransız gemisi ile (cephane taşıyan) bir Norveç gemisi kent
açıklarında çarpışmış ve halen tarihin insan tarafından gerçekleştirilen,
nükleer olmayan en büyük patlaması meydana gelmiş. Downtown’daki bütün yapılar
yıkıldığı gibi yarımadada tüm camlar kırılmış. Limandaki su bir müddet
patlamanın şiddeti ile boşalıp, karşı kıyıdaki Mikmaq köyünde boğulmalara ve
tüm yaşam alanlarının yıkılmasına neden olmuş.
08.07 Port Hawkesbury
Halifax’ı
beğenmez misin al sana daha da küçük bir yercik. Bir zamanların Atlantik aşırı
buharlı gemilerinin uğrak limanı dolayısı ile de oldukça zengin olan burası
petrolle çalışan gemiler çıktığında önemini yitirmiş.
Şimdi
bir kağıt ve selüloz fabrikası var, ekonomik değer olarak biz başka birşey
göremedik. Kaldığımız otel ‘’Maritime Inn’’ çok temiz, personeli çok
yardımsever yalnız hava soğuk olmasına rağmen odalar daha da soğutuluyor. (Bu
soğutma işlemiyle tüm Kanada’da karşılaşıyoruz, nedeni hakkında fikirler
yürütüyoruz ama size söylemeyiz :))
E kasaba
küçük, yapacak fazla birşey yok, ne yapalım diye düşündük ve yine istakoz
yemeye karar verdikJ
Şahane idi yine otel şefinin bize özel hazırladığı istakoz.
09.07
Louisburg – Baddeck – Ingonish Beach
Louisburg
mini mini bir kasaba, Amerika’nın en eski deniz fenerinin burda olması ve
Titanic kazazedelerinin bu limana taşınmış olmasından başka pek birşey yok
gibi. Kasabanın yaklaşık 20 km ilerisinde Fortress of Louisburg var National
Historical Site, görmelisiniz dediler. Peki gittik, evet 1720lerde Fransızlar
tarafından yapılmış bir kalenin replikası. Kale Fransızlar tarafından yapılmış
olmasına rağmen, burda da İngilizlere yenilmişler ve İngiliz – Fransız diye el
değiştirip durmuş, en son İngilizlerde kalmış.
1744
yılının bir gününü canlandırılıyor, tarihi giysiler içinde, ve hepsinin birer
aktör aktris olduğunu sandığım insanlar tarafından. Fırından tayin
dağıtılmasından, girdiğin bir evin hizmetçisinin ev sahibini sana şikayet
etmesine, yetiştirilen hayvanların yemlenmesinden, askerlerin surlarda nöbet tutması
ve top atışlarına kadar. Bir tane de iflas etmiş dükkan sahibi vardı, en son alacağına
karşılı gitar vermişler onu çalıp yakınıyor :)
Düşündük
ki bunlar hepi topu 350 yıllık tarihlerini allayıp pullayıp hem de oldukça
pahalıya satıyorlar, biz Topkapı Giriş fiyatının hala az mı çok mu olduğunu
tartışıyoruz. Türkiye’de tarih fışkırırken nasıl
da kıymetini bilemiyoruz...
Kale’den çıkıp
yolumuza devam ediyoruz. Baddeck kasabasından geçiyoruz ki Alexandre Graham
Bell’in ilk radyo sinyallerini gönderdiği (aynı zamanda yaşadığı) yere
geliyoruz. (Burası da Historical Site) Bell sadece telefon değil birçok şey icat
etmiş, (işitme engelliler için alet, solunum zorluğu çekenler için – kendi çocuğu
böyleymiş- bir aparat ve çok büyük kutu uçurtmalarla insan taşımasını ilk Bell
gerçekleştirmiş. 800 metre uçabilse de Wright kardeşlerden çok çok önce başlamış
araştırmalarına.
Oradan yola devam
Ingonish Beach. 2 senedir hayalini kurduğumuz Atlantik kenarında bir cottage’da
gecelemek. Gittiğimiz Lantern Hill and Hollow, 9 müstakil evden oluşan bir
komplekscik. Önceden yer ayırtıldığı için denizin hemen önündeki evde
kalıyoruz.
Yemekle ilgili herhangi bir hizmet olmadığından 3 km uzaklıktaki bir bakkal irisinden salata balık ve et alıyoruz, okyanus kıyısında şahane bir akşam yemeği sofrası hazırlayıp yiyoruz, oranın sahibi ve kalanlar bize çok garip bakıyorlar, çünkü herkesin elinde açılmış bir konserve, tüm yemekleri o :)
Yemekle ilgili herhangi bir hizmet olmadığından 3 km uzaklıktaki bir bakkal irisinden salata balık ve et alıyoruz, okyanus kıyısında şahane bir akşam yemeği sofrası hazırlayıp yiyoruz, oranın sahibi ve kalanlar bize çok garip bakıyorlar, çünkü herkesin elinde açılmış bir konserve, tüm yemekleri o :)
Yemek sonrası
sahilde ateş yakıyoruz, ertesi gün bunun yasak olduğun öğreniyoruz. :)
Sabah yine kendi
usulümüze göre kahvaltı sofrası hazırlıyoruz ve bu arada İlter Okyanus’un soğuk
sularına atıyor kendini, çok soğuk değil dese de, hafif morarmış çıkıyor
denizden:)
Ingonish Beach’e
2 gün ayırmamıza rağmen, yer değiştirmemiz gerekiyor, ve 70 metre ilerdeki Glenhorm
Beach Resort’a geçiyoruz. Bir öncekine ile mukayese edildiğinde, temiz değil,
evdeki aletler çalışmıyor ama olsun yine Okyanus kenarındayız ve akşam yine
ateş yakıyoruz herşeye rağmen. (Türküz ya)
O gün ‘’Balina
İzleme’’ için hangi firma ile anlaşsak diye bakınırken, tek başına benle gelin
ben hepsinden iyiyim diyen bir kaptan bizi nasılsa ikna ediyor. İyi ki de
ediyor, diğer tüm teknelerden daha çok görüyoruz
balinaları, hatta birkaçı bizim teknenin altından geçip şahane bir animasyon
gösteri yapıyor. Bu adam bunları eğitmiş galiba. Balinaları beklerken
sıkılmayalım diye bize keman çalıyor kaptanımız, zaten turun adı da ‘’Fiddler’s
Trip’’. Çiğdem çok doğru bir yorum
yapıyor ‘’Türkiye’de de keman çalan kaptanlar olduğunda gelişmiş ülkeler
seviyesine gelmiş oluruz belki’’
Sonra yine
israrla kendi yemeğimizi pişirip yiyoruz küçük evimizde. Dikkatimizi çeken şey,
bu okyanus kıyısı ıssız yerlerde bile, yiyeceklere ulaşım çok kolay (tabii ki
tüm ülkede de), ama hepsi endüstriyel ve şeker yüklü. Ekmek, yoğurt, soslar
herşey şekerli.
11.07 Muncton
6 saatlik kapalı ve yağışlı ve sıkıcı bir yolculuktan sonra Muncton’a varıyoruz. Otelimiz şehrin dışında, çok temiz, odalar çok konforlu. Hampton Inn and Suites by Hilton. Yorgun ve açız ve nedense yolda hepimiz İtalyan sayıklayıp durduk. Otele soruyoruz, adresini veriyorlar, sıcak, kapalı, sivrisineklerin girebildiği bir restoran. İlter verdiği siparişi Stirlion yiyemiyor, herşey tatlı sosa bulandığı için. Bizler yiyoruz ama ertesi gün cezamızı çekiyoruz ishal... Yemeğin tek iyi yönü, kasabada gözlerimize inanamayacağımız kadar güzel , eski arabalar görmemiz. Meğerse Muncton’da o hafta sonu klasik arabalar festivali varmış. Bir kısmı da otelimizin otoparkındaydı.
12.07 Hopewell Rocks– Fundy Bay – Shediac
Bugün countryside
günümüz. Kıyıları dolaşıyoruz, Chocolate River’ı takip ediyoruz uzun bir
müddet, gerçekten çukulata renginde akıyor, insanın içine dalası geliyor. Fundy
Bay’de ise gerçekten gözle görünür bir gelgit izlenebiliyor. Elinize yıllık
gelgit tarifesi veriliyor, hangi gün hangi saate oradaysan denizin durumu
belirli. Bu arada deniz doğal olarak oradaki kayaları oyarak şekillendirmiş bu
gel-gitler esnasında. Dünyanın ve doğanın bir harikası olarak satıyorlar.
Bunlar Kapadokya’yı görse şapkaları uçar herhalde. Akşam üstü dünyanın ıstakoz
başkenti olduğu iddia edilen Shediac kasabasına gidiyor ve tabii ki istakoz
yiyoruz. Yine şahane hep şahane... Captain Dan’s Restaurant :)
Youtube’da
gel-giti ve meşhur Hopewell kayalarını gösteren kısa bir tanıtım var
ilgilenenlere
Hopewell Rocks,
New Brunswick, Canada
13.07 Charlottetown
Artık gezimizin
sonuna yaklaşıyoruz. Son 2 günümüzü geçireceğimiz Prens Edward Adasına geçmeden
önce anakarada kızılderililerin reserve edildiği bölgeye gitmek istiyoruz.
Biraz yolumuzu kaybediyoruz, ama sonunda ‘’Metapenagiag First Nation’’
anladığım kadarı ile Mikmaq’ların atalarının yaşadığı bölgeye geliyoruz. İçinde
minik konferans salonu, minik sergi salonu ve hediyelik eşya satan bir yere
giriyoruz.
Bizi karşılayan
kızın kızılderili olmasına imkan veremiyorum, tipik uzun boylu obez bir Amerika’lı
ama annesi gelince, kızılderili olduklarını anlıyoruz, anne tam
Amerikanlaşmamış. Bize iyi hazırlanmış ama oldukça hüzünlü bir belgesel
izletiyorlar, tarihleri ile ilgili, ve sonunda Kuzey Amerika’da milattan önce
tarihlerden bahsedilen biryerdeyiz.
Metapenagiag’larla ilgili bulgular 3000 yıllık... Hiç yazı ile ilgilenmedikleri için her bilgi nesilden nesile aktarılarak gelmiş. Belgesel
1700’lerde biterek bundan sonra çok kötü şeyler oldu demekle yetiniyor. Tam bir
katliam gerçekleştirmiş beyaz adam. Hem de fotoğraflayarak, insan gözlerine
inanamıyor.
Oradan buruk bir
şekilde ayrılıyoruz ve Prens Edward Adasına geçmek için dünyanın en uzun
köprüsünden geçiyoruz ada ve ana karayı birleştiren. 12.9 km uzunluğunda bir
köprü, git git bitmiyor gerçekten heyecan verici. Güzel de bir hikayesi var bu
Confederation Bridge’in ilgilenenler Wikipedia’dan bakabilirler. Adaya gelince Charlottetown’un daha 60 km
ilerde olduğunu farkedince biraz bozuluyoruz ama ne yapalım araba kullanmaya
devam. Allahtan kaldığımız otel ‘’Heritage Harbour House Inn’’ çok güzel, temiz,
saf İngilizlerin işlettiği butik bir otel. Tavsiye üzerine Kanada’nın en küçük eyaletinin 60.000 nufuslu
baaşkentinde, gittiğimiz restoranın şefi çıka çıka Türk çıkmasın mı? Bektaş.
Kanada’da bir Niagara’da bir de burda Türk gördük.. Bektaş herhalde bunlar taaa
Türkiye’den gelmişler, çok zenginlerdir diye düşünmüş olacak ki acaip bir hesap ödeyip kalktık.
14.07
Charllottetown
Son günümüzü
yorulmadan sakin geçirelim dedik, adayı dolaştık. Çok güzel bir doğa gerçekten
ama kışın burada olmak istemezdim. Bu arada ada dünyanın en fazla patates
üreten bölgesi imiş, dolayısı ile de ihraç eden. Son akşam kaldığımız The
Glendenning Hall, tam bir kabustu, Üniversite’nin yurdu, bir yurt için şahane
ama biz turistler için pek uygun değil.
Bize bu nefis
seyahati yapmamıza ön ayak olan ve bizi adım adım gezdiren arkadaşlarımız
Çiğdem ve Halil’e bir kez daha teşekkür edip, Türkiye yolunu tuttuk.