8 Ağustos 2013 Perşembe

KANADA - Doğu Sahiller


KANADA  30.06 – 15.07/2013

 

Birkaç yıldır, İTÜ’den arkadaşlarımızla planlamaya çalıştığımız Doğu Kanada gezimizi sonunda gerçekleştiriyoruz.

Heyecan büyük bizde,  gezimizin yarısı büyük şehirlerde, diğer yarısı ise doğu kıyılarını minik minik gezerek geçecek gibi planlandı.

30 Haziran 2013 Pazar günü saat 14:30’da kalkan uçağımız Kanada saati ile aynı gün 18:00’de Toronto’ya indi. Uçuş süremiz 10 saat 10 dakika, yine tercihimiz Türk Hava  Yolları ve yine çok rahat ve keyifli bir yolculuk. Büyük daire çizerek uçtuğumuz için Grönland üzerinden iniyoruz Kanada’ya. Grönland gerçekten buzla kaplıymış J
 

Toronto, Kanada'nın en büyük şehri ve ticaret merkezi, indiğimiz Cumartesi günü ‘’Pink Parade’’ varmış şehirde. Bir önceki gün hani Istanbul’da olan LGBTT yürüyüşünün çok daha keyifli ve renkli olanı. İyi hoş da elimizde bavullarımızla otelin hayli uzağına bırakılıyoruz, bizi kazıklamayan hoş bir taksi şöförü tarafından, bin özürle yolların kapatılmış olduğundan götüremediği için.

Downtown’daki otelimize yerleşip birşeyler yemek için dışarı çıkıyoruz. Yüksek binaların arasına sıkışmış bir downtown, dikkatimizi çeken (Novosibirsk’ten sonra) insanların genelde mutlu ve huzurlu olmaları. Nasıl olmasınlar öyle bir sosyal devlet ki dert edecekleri hemen hemen birşeyleri yok, gelir düzeyi, eğitim, sağlık vs. Gibi.

 

01.07 Pazartesi

Arkadaşlarımız bizi almaya geliyorlar Montreal’den ve istikamet Niagara Falls. Tüm gezimizin en hovardaca otel rezervasyonunu burada yaptık, iyi de yapmışız, şelaleyi odamızdan görüyoruz.


Tam karşısı da Amerika Birleşik Devletleri.J

Kanada’nın kurtuluş günü imiş bugün (nerden neden kurtulmuşlar oldukça tartışılır ama hadi neyse) onun için çok kalabalık. Bu kadar farklı ırk ve milliyetten insanı Amsterdam’da bile görmemiştim, insanlar rengarenk. Şelale görüntüsü muhteşem, yani imkanlar dahilinde ölmeden görülmeye değer bir yer gerçekten.  Hem  de Nikolai TESLA’nın heykeli var şelalenin karşısında. Niagara’da ilk hidroelektrik santralını kurmuş. Kimbilir bu süreçte kaç kişi elektriğe çarpılıp öldü, kendilerine ne olduğunu bile anlamadan. Konu ile ilgilenenler olursa,  Youtube’da Alternating Current: Nikola Tesla (Niagara Falls) adı altında 10 dakikalık bir dokümanter var.
 

Hava puslu, kapalı ve soğuk, akşam güzel bir et ziyafeti çekiyoruz THE KEG’de ve şelalenin sesini dinleyerek uyuyoruz.

Niagara Falls Marriott Gateway on the Falls otelinin yataklarının rahatlığından söz etmeden geçmek olmaz.Genelde iyi bir otel.

 02.07 Salı Kingston

Niagara’ya veda edip, Kingston’a geçiyoruz. Burada şahane bir butik otelde kalıyoruz. Hotel BELVEDERE, ev gibi.  Tamamen klasik tarzda donatılmış otel odalarında, nostaljik jakuzi bile varJ
Hatta salonlarının birinde bir kaftan sergilenmişti, fırsatını bulupta soramadık ama nerden bulduklarını. Gezi boyunca kaldığımız otellerin en güzel kahvaltısını bu otelde yedik.

Kingston tam bir İngiltere kasabası, burada hiç ırk karışması yok, herkes beyaz, belki de en koyu biziz burada J Kasabanın içinde 2 katlı çok güzel binalar var hem ev hem devlet binaları. Ama su kenarında yine yine 7 – 8 katlı Marriot’lar, Hilton’lar. Artık kendimizi değer bilmezlikle suçlamamaya karar verdim, her yer aynı, doğa kimsenin umurunda değil.  Akşam, şimdiye kadar gittiğim en iyi İtalyan Lokantası’nda yemek yiyoruz’’ Casa Domenico’’

03.07 Çarşamba 

Gananoque, 1000 Islands da tekne turuna çıkıyoruz.  Gananoque Kızılderili dilinde iki nehrin üstündeki kasaba demekmiş. Kızılderililerden ender kalan şeylerden bir isim. Çok çok ciddi katliam yapılmış  Kızılderililere, buralara gelince iyice anlıyor insan.

2,5 saatlik tekne turumuz, Ontario Gölü ve St.Laurent nehri üzerinde gerçekten 1000 ada var gibi her taraf ada, minicik bile olsa üzerinde kendi boyutlarında bir ev. Hem Kanada hem de Amerika sularında geziyor tekne. Kanada da kalan adalar ne kadar sakinse, Amerika da olan adalar o kadar kalabalık ve şatafatlı evlerle dolu.Bu evlerde de tüm müstakil Kanada evlerinde olduğu gibi her evin önünde bir direkte ülkenin bayrağı asılı.
 

 

7 mil uzunluğunda 1000  Islands köprüsünün altından geçiyoruz, bunun görebileceğimiz en uzun köprü olduğunu sanarak, ama hayır dünyanın en uzun köprüsüne daha gelmemişizJ

Tekneden inip Montreal’e doğru yola koyuluyoruz, arkadaşlarımızın evine.

4- 5- 6 Temmuz Montreal / Quebec

Montreal’de kaldığımız süre içinde Montreal Jaz Festivaline denk gelmiş olmak büyük şans tabii.

 


 
Benim ilgimi çeken bir başka aktivite de sıcaktan bunalmış çocukların fiskiye suyu ile oynamaları oldu tabii :)

Toronto’dan sonra 2. Büyük şehir ama nufusu yine de iki milyonu bulamamış henüz. Toronto kadar kozmopolit değil ama yine de binbir ırk ve millet var. Downtown ve suburb’leri ile tipik bir Kuzey Amerika şehri.

 

İki gün Montreal’de gezdikten sonra günübirliğine Quebec’e götürüyor arkadaşlarımız bizi.

Yolun belli bir bölümünde tüm levhalar Fransızca’ ya dönüyor. Sanki Fransa’dayız. Quebec, Toronto ve Montreal’dan çok daha entellektüel, Kingston gibi herkes ama herkes beyaz ve sadece Fransızca konuşuluyor. Şehir tertemiz bir kalesi var ki, Fransızlar yine yeniden yenilmişler İngilizlere burada, yani tarihi anlatım olarak İngilizlere yenildiğimiz yer diyorlar.(!) Fransızların tarihte kaç yengisi var merak etmeye başlıyorum iyice.
 

Kuzey Amerika’nın tek etrafı surla çevrilmiş şehri, önce Fransızlara karşı yapmış İngilizler, Fransızları yenince de Amerika’lılara karşı kullanmışlar.

Fransa’daymış izlenimi veren şehirde zaten Kanada bayrağı hiç görünmüyor, eyalet bayrakları var heryerde. Bu arada en son referandumda nufusun %48’i Kanada’dan ayrılıp bağımsızlık istemiş, dayan Quebec az kaldı...
Birgün bir okulumuz olursa, servis aracı olarak olmasını istediğimiz otobüsü görüyoruz Quebec'te.
Bir de bizi Güney  Amerika'da gezdirmiş olan MV Veendam ile karşılaşıyoruz Quebec limanında, insan eski bir tanıdığına rastlamış gibi oluyor :)

Bir günlüğüne gittiğimiz için fazla gezemeden Montreal’a geri dönüyoruz. Artık şehirleri bitirdik, yarın itibarı ile daha sakin yerlerde gezeceğiz.

 

07.07 Halifax

Montreal’den Halifax’a yaklaşık 60-70  kişilik bir Bombardier ile  uçuyoruz, 1 saat 10 dakika.

Uçağımız sanki bir dolmuş, Halifax’a indiğimizde Halifax yolcusu kalmasın, St.John’a devam edecekler yerlerinde kalsın anonsu yapılıyor.  Kanada’da iç uçuşlar oldukça pahalı, gideceklerin dikkatine.

İnince bir araba kiralıyoruz, ve adını tonton teyze koyduğumuz navigasyon cihazı bizi gezimizin sonuna kadar hatasız dolaştırmaya başlıyor.

Halifax evlerinin renkarenk olması ile insanın hoşuna gidiyor, şirin bir atlantik kıyısı liman kenti.

Eskiden yerlilerin (Mikmaq) yaz aylarını geçirdikleri ve ‘’en büyük liman’’adını verdikleri yer.


 





410.000 nüfusu ile Atlantik eyaletlerinin en büyük kenti (!) Downtown bizim Tuzla sahilinden az hallice, ama çok çok güzel parkları var. Bu parkların birinde yine yenilmiş ama ezilmemiş bir Fransız komutanın heykeli var.

Benim en çok ilgimi çeken ise yakın 1900’lerin başında şehrin başına gelen felaketler. 1911 yılında çok büyük bir yangın geçirmiş ve şehrin büyük bir kısmı etkilenmiş. Tam toparlanıyoruz derken, 1917 Halifax Büyük Patlaması gerçekleşmiş. Bir Fransız gemisi ile (cephane taşıyan) bir Norveç gemisi kent açıklarında çarpışmış ve halen tarihin insan tarafından gerçekleştirilen, nükleer olmayan en büyük patlaması meydana gelmiş. Downtown’daki bütün yapılar yıkıldığı gibi yarımadada tüm camlar kırılmış. Limandaki su bir müddet patlamanın şiddeti ile boşalıp, karşı kıyıdaki Mikmaq köyünde boğulmalara ve tüm yaşam alanlarının yıkılmasına neden olmuş.

08.07  Port Hawkesbury

Halifax’ı beğenmez misin al sana daha da küçük bir yercik. Bir zamanların Atlantik aşırı buharlı gemilerinin uğrak limanı dolayısı ile de oldukça zengin olan burası petrolle çalışan gemiler çıktığında önemini yitirmiş.

Şimdi bir kağıt ve selüloz fabrikası var, ekonomik değer olarak biz başka birşey göremedik. Kaldığımız otel ‘’Maritime Inn’’ çok temiz, personeli çok yardımsever yalnız hava soğuk olmasına rağmen odalar daha da soğutuluyor. (Bu soğutma işlemiyle tüm Kanada’da karşılaşıyoruz, nedeni hakkında fikirler yürütüyoruz ama size söylemeyiz :))


E kasaba küçük, yapacak fazla birşey yok, ne yapalım diye düşündük ve yine istakoz yemeye karar verdikJ Şahane idi yine otel şefinin bize özel hazırladığı istakoz.

09.07 Louisburg – Baddeck – Ingonish Beach

Louisburg mini mini bir kasaba, Amerika’nın en eski deniz fenerinin burda olması ve Titanic kazazedelerinin bu limana taşınmış olmasından başka pek birşey yok gibi. Kasabanın yaklaşık 20 km ilerisinde Fortress of Louisburg var National Historical Site, görmelisiniz dediler. Peki gittik, evet 1720lerde Fransızlar tarafından yapılmış bir kalenin replikası. Kale Fransızlar tarafından yapılmış olmasına rağmen, burda da İngilizlere yenilmişler ve İngiliz – Fransız diye el değiştirip durmuş, en son İngilizlerde kalmış.


1744 yılının bir gününü canlandırılıyor, tarihi giysiler içinde, ve hepsinin birer aktör aktris olduğunu sandığım insanlar tarafından. Fırından tayin dağıtılmasından, girdiğin bir evin hizmetçisinin ev sahibini sana şikayet etmesine, yetiştirilen hayvanların yemlenmesinden, askerlerin surlarda nöbet tutması ve top atışlarına kadar. Bir tane de iflas etmiş dükkan sahibi vardı, en son alacağına karşılı gitar vermişler onu çalıp yakınıyor :)
 

Düşündük ki bunlar hepi topu 350 yıllık tarihlerini allayıp pullayıp hem de oldukça pahalıya satıyorlar, biz Topkapı Giriş fiyatının hala az mı çok mu olduğunu tartışıyoruz. Türkiye’de  tarih fışkırırken nasıl da kıymetini bilemiyoruz...

Kale’den çıkıp yolumuza devam ediyoruz. Baddeck kasabasından geçiyoruz ki Alexandre Graham Bell’in ilk radyo sinyallerini gönderdiği (aynı zamanda yaşadığı) yere geliyoruz. (Burası da Historical Site) Bell sadece telefon değil birçok şey icat etmiş, (işitme engelliler için alet, solunum zorluğu çekenler için – kendi çocuğu böyleymiş- bir aparat ve çok büyük kutu uçurtmalarla insan taşımasını ilk Bell gerçekleştirmiş. 800 metre uçabilse de Wright kardeşlerden çok çok önce başlamış araştırmalarına.

Oradan yola devam Ingonish Beach. 2 senedir hayalini kurduğumuz Atlantik kenarında bir cottage’da gecelemek. Gittiğimiz Lantern Hill and Hollow, 9 müstakil evden oluşan bir komplekscik. Önceden yer ayırtıldığı için denizin hemen önündeki evde kalıyoruz.
Yemekle ilgili herhangi bir hizmet olmadığından 3 km uzaklıktaki bir bakkal irisinden salata balık ve et alıyoruz, okyanus kıyısında şahane bir akşam yemeği sofrası hazırlayıp yiyoruz, oranın sahibi ve kalanlar bize çok garip bakıyorlar, çünkü herkesin elinde açılmış bir konserve, tüm yemekleri o :)


Yemek sonrası sahilde ateş yakıyoruz, ertesi gün bunun yasak olduğun öğreniyoruz. :)

Sabah yine kendi usulümüze göre kahvaltı sofrası hazırlıyoruz ve bu arada İlter Okyanus’un soğuk sularına atıyor kendini, çok soğuk değil dese de, hafif morarmış çıkıyor denizden:)

Ingonish Beach’e 2 gün ayırmamıza rağmen, yer değiştirmemiz gerekiyor, ve 70 metre ilerdeki Glenhorm Beach Resort’a geçiyoruz. Bir öncekine ile mukayese edildiğinde, temiz değil, evdeki aletler çalışmıyor ama olsun yine Okyanus kenarındayız ve akşam yine ateş yakıyoruz herşeye  rağmen. (Türküz ya)

O gün ‘’Balina İzleme’’ için hangi firma ile anlaşsak diye bakınırken, tek başına benle gelin ben hepsinden iyiyim diyen bir kaptan bizi nasılsa ikna ediyor. İyi ki de ediyor, diğer tüm teknelerden daha çok  görüyoruz balinaları, hatta birkaçı bizim teknenin altından geçip şahane bir animasyon gösteri yapıyor. Bu adam bunları eğitmiş galiba. Balinaları beklerken sıkılmayalım diye bize keman çalıyor kaptanımız, zaten turun adı da ‘’Fiddler’s Trip’’. Çiğdem çok  doğru bir yorum yapıyor ‘’Türkiye’de de keman çalan kaptanlar olduğunda gelişmiş ülkeler seviyesine gelmiş oluruz belki’’


Sonra yine israrla kendi yemeğimizi pişirip yiyoruz küçük evimizde. Dikkatimizi çeken şey, bu okyanus kıyısı ıssız yerlerde bile, yiyeceklere ulaşım çok kolay (tabii ki tüm ülkede de), ama hepsi endüstriyel ve şeker yüklü. Ekmek, yoğurt, soslar herşey şekerli.

11.07  Muncton







6 saatlik kapalı ve yağışlı ve sıkıcı bir yolculuktan sonra Muncton’a varıyoruz. Otelimiz şehrin dışında, çok temiz, odalar çok konforlu. Hampton Inn and Suites by Hilton. Yorgun ve açız ve nedense yolda hepimiz İtalyan sayıklayıp durduk. Otele soruyoruz,  adresini veriyorlar,  sıcak, kapalı, sivrisineklerin girebildiği bir restoran. İlter verdiği siparişi Stirlion yiyemiyor, herşey tatlı sosa bulandığı için. Bizler yiyoruz ama ertesi gün cezamızı çekiyoruz ishal...  Yemeğin tek iyi yönü,  kasabada gözlerimize inanamayacağımız kadar güzel , eski arabalar görmemiz. Meğerse Muncton’da o hafta sonu klasik arabalar festivali varmış. Bir kısmı da otelimizin otoparkındaydı.

12.07   Hopewell Rocks– Fundy Bay – Shediac

Bugün countryside günümüz. Kıyıları dolaşıyoruz, Chocolate River’ı takip ediyoruz uzun bir müddet, gerçekten çukulata renginde akıyor, insanın içine dalası geliyor. Fundy Bay’de ise gerçekten gözle görünür bir gelgit izlenebiliyor. Elinize yıllık gelgit tarifesi veriliyor, hangi gün hangi saate oradaysan denizin durumu belirli. Bu arada deniz doğal olarak oradaki kayaları oyarak şekillendirmiş bu gel-gitler esnasında. Dünyanın ve doğanın bir harikası olarak satıyorlar. Bunlar Kapadokya’yı görse şapkaları uçar herhalde. Akşam üstü dünyanın ıstakoz başkenti olduğu iddia edilen Shediac kasabasına gidiyor ve tabii ki istakoz yiyoruz. Yine şahane hep şahane... Captain Dan’s Restaurant :)

Youtube’da gel-giti ve meşhur Hopewell kayalarını gösteren kısa bir tanıtım var ilgilenenlere

Hopewell Rocks, New Brunswick, Canada

 

13.07  Charlottetown

Artık gezimizin sonuna yaklaşıyoruz. Son 2 günümüzü geçireceğimiz Prens Edward Adasına geçmeden önce anakarada kızılderililerin reserve edildiği bölgeye gitmek istiyoruz. Biraz yolumuzu kaybediyoruz, ama sonunda ‘’Metapenagiag First Nation’’ anladığım kadarı ile Mikmaq’ların atalarının yaşadığı bölgeye geliyoruz. İçinde minik konferans salonu, minik sergi salonu ve hediyelik eşya satan bir yere giriyoruz.

Bizi karşılayan kızın kızılderili olmasına imkan veremiyorum, tipik uzun boylu obez bir Amerika’lı ama annesi gelince, kızılderili olduklarını anlıyoruz, anne tam Amerikanlaşmamış. Bize iyi hazırlanmış ama oldukça hüzünlü bir belgesel izletiyorlar, tarihleri ile ilgili, ve sonunda Kuzey Amerika’da milattan önce tarihlerden bahsedilen biryerdeyiz.  Metapenagiag’larla ilgili bulgular 3000 yıllık...  Hiç yazı ile ilgilenmedikleri için her bilgi  nesilden nesile aktarılarak gelmiş. Belgesel 1700’lerde biterek bundan sonra çok kötü şeyler oldu demekle yetiniyor. Tam bir katliam gerçekleştirmiş beyaz adam. Hem de fotoğraflayarak, insan gözlerine inanamıyor.

Oradan buruk bir şekilde ayrılıyoruz ve Prens Edward Adasına geçmek için dünyanın en uzun köprüsünden geçiyoruz ada ve ana karayı birleştiren. 12.9 km uzunluğunda bir köprü, git git bitmiyor gerçekten heyecan verici. Güzel de bir hikayesi var bu Confederation Bridge’in ilgilenenler Wikipedia’dan bakabilirler.  Adaya gelince Charlottetown’un daha 60 km ilerde olduğunu farkedince biraz bozuluyoruz ama ne yapalım araba kullanmaya devam. Allahtan kaldığımız otel ‘’Heritage Harbour House Inn’’ çok güzel, temiz, saf İngilizlerin işlettiği butik bir otel. Tavsiye üzerine  Kanada’nın en küçük eyaletinin 60.000 nufuslu baaşkentinde, gittiğimiz restoranın şefi çıka çıka Türk çıkmasın mı? Bektaş. Kanada’da bir Niagara’da bir de burda Türk gördük.. Bektaş herhalde bunlar taaa Türkiye’den gelmişler, çok zenginlerdir diye düşünmüş olacak ki  acaip bir hesap ödeyip kalktık.

14.07 Charllottetown

Son günümüzü yorulmadan sakin geçirelim dedik, adayı dolaştık. Çok güzel bir doğa gerçekten ama kışın burada olmak istemezdim. Bu arada ada dünyanın en fazla patates üreten bölgesi imiş, dolayısı ile de ihraç eden. Son akşam kaldığımız The Glendenning Hall,  tam bir kabustu,  Üniversite’nin yurdu, bir yurt için şahane ama biz turistler için pek uygun değil.

Bize bu nefis seyahati yapmamıza ön ayak olan ve bizi adım adım gezdiren arkadaşlarımız Çiğdem ve Halil’e bir kez daha teşekkür edip, Türkiye yolunu tuttuk.

 Binlerce teşekkürler arkadaşlar...

14 Haziran 2013 Cuma

NOVOSİBİRSK


Bu sefer Kolej'den fazla katılım yok, nedense ?!, sadece biz ve tabii ki Kamil ve oğlu Can.
Halbuki Sibirya'nın başkenti, insan nasıl da merak ediyor di mi? :)

2 Haziran Pazar günü akşam saat 20:00 civarı Istanbul'dan Novosibirsk'e THY ile uçmaya başladık.
Hepi topu 4,5 saatlik bir uçuş, bizi yormaz diye düşünüyorduk ama aradaki saat farkını da hesaba katınca, o minik 4,5 saat uçuştan sonra oranın saati ile 05:30 gibi Novosibirsk'e vardık.
E tabi bir önceki günün de tam yaşanmışlığı ile, yaklaşık 30 saatlik ayaktalıkla, sabah sabah otelimize vardık. Önümüzde kocamaaan bir gün var.
http://www.nchotel.ru/
Uyku gözlerimizde akıyor ama olsun biz gezmeye geldik diye kahvaltımızı edip hemen dışarı fırladık.

Fakat, heyhat, değil biz 22 yaşındaki delikanlı Can bile dayanamadı ve otele geri döndük biraz uyumak için.

Bu arada otelimiz, şehrin biraz dışında ama troleybüslerin son durağında. Bilet ise 90 krş. Hem de yol boyu oturarak gitme imkanı var ilk duraktan bindiğimiz için.

Otel klasik Sovyet görünümünden çok uzak, modern ve temiz bir yer, ama çalışanlarında tabii ki İngilizce sorunu var.
 

İlk günümüz içinde çeşitli kereler şehre sortiler yapıp, geri dönüp biraz daha uyuyup, yine denedik ama olmadı olmadı, Lenin Square’in de yer aldığı ana caddeden boş boş 6 – 7 defa geçtik.

Bu arada yemek konusunda şehirde hemen hemen hiç sorun yok, Kiril alfabesini okuyabildikten sonra, (Latin alfabesi hiç kullanılmıyor), çeşitli dünya mutfağı örnekleri ve çok  temiz grill barlar var.

3 gün sektirmeden ziyaret ettiğimiz People’s Grill Bar ve hemen yanında olan Friends Bar’ı övgüyle anmadan edemeyeceğim.

2. gün kendimize gelmiştik artık, çok çok bilinçli dolaşmaya başladık.

İlk hedef Hayvanat Bahçesi : Novosibirsk Hayvanat Bahçesi’nin dünyanın 2. Büyük hayvanat bahçesi olduğunu biliyor musunuz?


 

Neredeyse tam günümüzü aldı Hayvanat Bahçesini gezmek, inanılmaz bakımlı, tertemiz, hayvanlar çok iyi şartlarda yaşıyor. Söylemeye gerek yok ama hayatımda ilk defa gördüğüm yaratıklar da vardı, sadece resimlerden tanıdığım hayvanlar da. Buraya birkaç resim koyuyorum ama Google’dan Novosibirsk Zoo Görsellerine girin şahane resimler var.

Aynı akşam Opera ve Bale Sarayı’na gitmek üzere biletlerimizi aldık. İnanılmaz bir yapı (halen Rusya’nın en büyük opera ve bale sarayı evet Bolşoy’dan daha büyük)  Yaklaşık 1800 kişilik ve teknik olarak da mükemmel donatılmış.

Şansımıza, Novosibirsk’teki bale okullarının (dikkatinizi çekerim -okulları-), yıl sonu sunumu gibi bir gösteri.  Hem öğrenciler, hem de profesyonellerin bale yapmasını izledik, büyülenerek. Her biri 3 ila 10 dakika arasında olan gösterilerin kimi grup olarak kimi solo, kimi klasik, kimi modern dansvari. Yaklaşık 2 saat sürdü.

 


 

Son günümüzde ise ne yapsak ne yapsak diyerek, bir tekne turuna çıkmayı uygun bulduk. Hiç tavsiye etmem, teknelerin kalktığı yere ulaşım çok güç, mecburen taksi ile gittik, tekne  bakımsız ve hava soğuk, bu arada OB nehrinin iki yanında da görecek pek bir şey yok.

Genel olarak, insanlar yardımsever, İngilizce bilmemelerine rağmen vücut dili ile anlatmaya çalışıyorlar, biz geri zekalılar anlayamayınca da aman ööööf diyip dönüp arkalarını gidiyorlar.

Beni en etkileyen şey, insanların mutsuz suratları oldu. Hemen hiç kimse gülmüyor. Gençler bile...

Troleybüste bir kere bir kahkaha attım, tüm yolcular dönüp, şöförde aynadan bir baktı ki, yer yarılsa da içine girsem dedim.

 Gidilmeye değer mi? Hem de nasıl..  Sibirya’nın başkenti, dünyanın 2. Büyük hayvanat bahçesi ve Rusya’nın en büyük opera ve bale sarayını görmeye değer. Bu arada tabii ki kızların ne kadar güzel olduğuna dair, arkadaşlarım yorum yapacaklardır. Gerçekten bir içim su genç kızları..



20 Mart 2013 Çarşamba

Biraz ISTANBUL


İnsan hayatının yaklaşık 35 senesini bir şehirde geçirip de müzelerine, sadece misafirleri ve iş icabı götürmeniz gerekenler için gittiğinde işte böyle oluyor.

Hiç utanmadan 53/57 yaşında kalkar Istanbul'a gider, bir gece Cankurtaran'da bir otelde kalır ve Old Town'u 2 gün sindire sindire gezer ve de herkese de tavsiye eder.

Şimdi size burada Topkapı Sarayı'nı, Ayasofya Müzesi'ni ve Istanbul Arkeoloji Müzesi'ni ve Yerebatan Sarayı'nı ve Sultanahmet Meydanı'nı anlatacak değilim.
 
Benim yeni öğrendiğim ise artık  tüm bu müzelerde Audio Guide var. Her dilde hem de.
Eskiden neydi o aval  aval dolaşmamız müzelerde...


Kulaklığınızı takıp saatlerce dolaşabilirsiniz her birinde, Topkapı Müzesi için İlber Ortaylı ve İstanbul Arkeoloji Müzesi için Muazzez İlmiye Çığ'a minnettarım hem kendi adıma hem de yeni gelen nesil adına, sağ olsunlar var olsunlar.

 

Bir hatırlatma, , bu tarihi yarımadaya gelip hayran hayran dolaşırken karşınıza ''İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi'' çıkıyor.

 
E müzeleri geziyoruz tabii ki buna da bir ilgi ile giriyoruz ama bu kadar mı oyuncak vari olur herşey, tamam herşey replika hiç orijinal bir şey yok ama bu kadar kötü mü taklid edilir. Bu arada tüm bilgi ve belgeler de Frankfurt Üniversitesi'nden gelmiş, her ne kadar bir Türk profesörün adı geçse de Almanya'dan ithal. Vakit harcamaya değmez bence.
Ama tüm bu güzel yorgunluğun üzerine Galata Köprüsü'nün üzerinde Rakı - Roka - Balık şahane gidiyor hele de dostlarla birlikteysen....


Biraz İZMİR


Hafta sonuna İzmir'e gidelim dedik, kardeş ve   yeğen de orda ya. Bir taş çok kuş.
Kuşların bir çoğundan burada bahsetmeyeceğim ama, şu 2 kuş çok önemli.

1 - İnciraltı Askeri Gemiler Müzesi
     Burada TCG EGE Fırkateyni ve TCG Piri Reis Denizaltısı'ni gezebiliyorsunuz.
 
 
     Her ne kadar gurur duyulacak gibi dursa da Deniz Kuvvetlerimizin hiçbir zaman pek de öyle güçlü olmadığı kanısını uyandırıyor gezi.
Örneğin denizaltı 1946 yılında Amerika'da imal edilmiş. Orada hizmetini tamamladıktan sonra, Türkiye'ye (anladığım kadarı ile) hibe edilmiş.

 
Aşağıdaki linkten her iki gemiyi de sanal olarak gezip bilgi alabilirsiniz ama içinde olmak başka bir duygu benden söylemesi.

http://www.denizmuzeleri.tsk.tr/imgm/sanalmuze/tcgpirireis/index.html

2- Tabii ki Kordon'da Rakı - Roka - Balık